Davette Metoda Dair | Bilal Özbuğday

Rabbimiz bu ümmetin hayırlı bir ümmet olmasının sebebi olarak iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir ümmet olmasını zikretmiştir. Bu ümmetin insanları çağıracağı en büyük iyilik tevhiddir. Sakındıracağı en büyük mefsedet ise Rabbimize ortak koşulmasıdır. İşte bu büyük çağrı İslam’a davettir.

Peygamber (sav) bizler için şeriatın tamamı ile alakalı olarak beyan edici ve açıklayıcı bir misyon üstlenmektedir. Bahsi geçen bu açıklayıcı ve belirleyici olmak sadece namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin nasıl yapılacağı ile sınırlı değildir. Efendimizin İslam’a davetinde neyi, nasıl ve ne şekilde anlattığı da bize yol göstermelidir. Dolayısıyla daveti nasıl yaptığı, öncelik olarak nelere davet ettiği bizler için çok büyük bir öneme sahiptir.

“Andolsun, Allah'ın Resulünde sizin için; Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”[1]

Burada konunun daha iyi anlaşılması için birkaç soru sorup cevapları üzerine düşünelim…

Davet bir ibadet midir?

Davet, ibadet denildiğinde ilk olarak zihnimizde canlanan namaz, oruç, zekât gibi bir ibadet midir?

Bu sorunun cevabı ile bizlerin daveti nasıl yapacağımız noktasında bir içtihadımızın olup olmayacağını kesinleşecektir. Eğer bir ibadet ise diğer ibadetler ile ortak özelliklere sahiptir. Nasıl ki namazı nasıl ve kaç rekât kılacağımız ile alakalı bir içtihat ve söz söyleme hakkımız yok ise İslam’a davette de bir içtihadımızın olmaması gerekmektedir.

Elbette İslam’a davet etmek de diğer ibadetler gibi bir ibadettir. Böyle olmasından dolayı davetin içeriği, davetin metodu içtihada kapalıdır. Yani bunun sınırlarını ve şeklini Allah’ın Rasulü (sav)’den almak zorundayız. Onun neye davet ettiği, davet ederken hangi aşamaları izlediği, sonrasında ise bunun için nasıl bir yöntem kullandığı bizler için bağlayıcı olmak zorundadır.

Davette yöntem belirlemek de insanların kendi heva ve heveslerine, nefsi arzularına bırakılmış bir şey değildir. İbadetlerin nasıl yapılacağı kadar davetin nasıl yapılacağı da önemlidir.

Davetin bir ibadet olduğuna dair şu ayeti zikredebiliriz:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”[2]

Bu ayette ümmetin içerisinde hayra davet eden bir grubun olması gerektiğini Rabbimiz kesin bir dille, emir ifade eden bir şekilde getirmektedir. Dolayısıyla bu emir bize bunun bir ibadet, bir sorumluluk olduğunu göstermektedir.

Yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Kuşkusuz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?”[3]

Peki, bu emrin hükmü nedir? Farz mıdır? Vacip midir? Sünnet midir?

Davet, Müslümanların üzerine genel olarak farzı kifayedir. Bununla birlikte her ferdin üzerine de ilmi, bilgisi ve gücü nispetinde farzı ayındır.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah'a davet ederiz. Allah'ın şanı yücedir. Ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim.”[4]

Bu ayette dikkat edilirse Rasulullah’ın (sav) dili ile “Ben ve bana tabi olanlar” diyerek tebeanın da bir sorumluluğu olduğu anlaşılır. Sadece efendimizin yapmış olduğu bir davet değil de sahabe ile birlikte topluca yapılan bir sorumluluktan bahsedilmektedir.

Bunu destekler nitelikte Tevbe suresindeki şu ayeti de zikretmek gerekir;

“Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.”[5]

Bu ayette Müslümanlardan bir kısmın iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak ile meşgul olmaları gerektiğini bizlere bildirmektedir.

Genel olarak günümüzde biz Müslümanlar kendi kendimize her yaptığımızı davet diye isimlendiriyoruz. Birçok zaman dilimizde davet var. Birçok şeyi davet olsun diye yapıyoruz. Kitaplar, broşürler, ziyaretler vs… Ancak davetin metodu ve yöntemine dair konuşmuyor, mütalaa etmiyor hatta efendimizin hayatına bakmıyoruz bile. Her birimiz kendi anladığımız bir şekil ile bir davet yöntemi ile hareket etmekteyiz.

Hâlbuki davetin hükmünü, içeriğini konuştuğumuz kadar hatta belki de çok daha fazla şekilde yöntemi konuşmamız gerekmektedir. Çünkü Rasulullah (sav) dinî her konuda olduğu gibi bu konuda da kendi nefsine bırakılmayıp Rabbimiz tarafından tayin edilen şekilde hareket etmiştir.

Bizler toplumumuzu ve vakıamızı genel hatlarıyla Allah’ın haklarının toplum olarak çiğnenmesinden, insanların bir mahalle muhtarı kadar dahi Allah’ın sözüne ve kitabına önem vermediklerinden kendi yaratıcıları ve Rableri olan Allah’a ortaklar koştuklarından, bir kısım hayatın içerisinde Allah’ın adını ansalar dahi, onun yanına başka put, tağut ve tağutcukları iliştirdikleri ve daha nice Mekke müşriklerini andırır amelleri işlediklerinden dolayı Mekke şirk toplumuna benzetmekteyiz.

İşte bu tespiti yapmak bizi yine o döneme, o dönemki ayetlere, o dönemki yönteme götürmelidir. Çünkü günümüz Medine İslam devleti ile benzerlikler taşımamaktadır. Günümüz Mekke şirk düzeni ile benzerlikler taşımaktadır. Bu takdirde bizlerde o zaman Mekke gündemini, Mekke yöntemini anlamak ve ona göre hareket etmek zorundayız. Elbette bunu yöntem açısından söylemekte, ahkâm açısından söylememekteyiz. Yani Kur’an’ı ya da emir ve yasakları Mekkî ve Medenî diye ayırmak ve ona göre hareket etmekten bahsetmiyoruz.

Yöntem ve anlayış itibariyle bunları değerlendirmek gerekmektedir. Bu tespiti yapıp İslam devletinde yaşıyormuş gibi konular ve gündemler ile uğraşmak, bu konular ile hemhâl olmak Medine’nin konularını kendi davet konularımız yaparak hareket etmek ne kadar doğru olabilir.

Mekke misali bir ortamda, Mekke yöntemi ile Mekke Müslümanlığı ile yapılması gereken bir davet…

Bu bağlamda Allah Teâlâ’nın ilk olarak indirdiği ayetlere bakılırsa ana konunun rablik sıfatları, Allah’ın isim ve sıfatları, insanın yaratılışı ile alakalı bilgiler, kıyamete ve ahirete dair konular olduğu anlaşılacaktır. Bu bize ilk etapta akaid konularının daha ziyade bunlar olduğunu anlatmaktadır. Yani daha genel bir ifade ile Mekke’de Rabbimiz insanlara akide öğretirken, onların inançlarını inşa ederken kendi nefsini ve onlara insanı tanıtarak bir inanç oluşturmayı murad etti.

İşte bizler de ilk dönem ayetleri ile hem kendi imanımızın inşası ve artması noktasında hem de insanları davet etmek noktasında daha çok ilgilenmeliyiz. Aksi takdirde davetteki yöntemimiz bizi başarıya ulaştırmayacaktır.

Ancak ilk inen ayetler bizim güncelimizde sonraki inen ayetler kadar ağırlık ifade etmemektedir. Çünkü ilk dönem ayetlerin konusu insanların kendi nefisleri son dönem ayetleri ise genelde üçüncü şahıslar ile alakalı ayetlerdir. Bu ise bizlerin çok daha fazla dikkatini çekmektedir. Çünkü biz kendimiz ile değil de başkaları ile uğraşmayı, başkalarını konuşmayı daha çok sevmekteyiz. Bu da sürekli bizi bu gündemlere ve bu ayetlere yönlendirmektedir. İlk inen ayetlerde ise söz sürekli kişinin kendi nefsine dönmektedir. Arınmayan kimse başkasını arındıramaz, terbiye olmayan terbiye edemez. İnancı yakîn ile örülmeyen başkasının inancını tesis etmeye güç yetiremez. Böylesi davetçiler ya da İslam’ın bireyleri ise problem çıkarır ve problemler yaşarlar. 

Mekki ayetlerin anlattıkları ile Medenî ayetlerin anlattığı şeyler aynı değildir. Bizler bu iki süreç ile ilgili farklı tespitler yapmaktayız. Önce insanın kendisini ve Rabbini tanıması gerekir ki sonrasında etrafını, olayları ve vakıaları tanımlayabilsin. Allah ilk dönemde kendini ve insanı insana tanıttı, anlattı. Sonrasında ise bunların üzerine ahkâmlar bina etti. Önce arınma, terbiye ve inanç inşası sonrasında imtihanlar ve imtihanlara sabır bundan sonra ise başarı, iktidar ve temkin…

Davet şeklimize baktığımızda bizler bu yöntemden uzak olduğumuzun farkına varırız. Bizler insanları davet ederken genel itibariyle yapılmaması gerekenlerin listesini insanların eline tutuşturup, yaptıklarının hükmünü onların yüzüne okuyup, genel itibariyle de cedel ile davetleri nihayete erdirmekteyiz. 

Bizler sürekli olarak neticeler ile ilgilenmekte, sebepleri terk etmekteyiz. Örneğin oy kullanmak; Allah’ın hakkı olan yasa ve kanun belirleme yetkisini Allah’a vermeyip, başka mercilere vermek anlamına geldiğinden şirktir. Ancak insanlar oy kullandıkları için kafir ya da müşrik olmuyorlar, insanlar sahih bir iman üzere olmadıkları, küfür ve şirklerinin neticesi olarak oy kullanmaktadırlar.

Burada yöntem olarak yaptığımız yanlış, sonuçlar ile ilgilenmek ve insanların sonuçlardan alıkonulduğunda Müslüman olacağını zannetmemizdir. Bu kesinlikle yanlıştır. Bizler sebepler ile ilgilenmek, küfre sebep olan hususların ortadan kalkması için davet yapmak zorundayız.

Burada hiperaktif çocuk örneğini verebiliriz. Evinizde hiperaktif bir çocuk olduğunda onun hareket etmemesini sağlamak, elini, kolunu bağlamak onun hiperaktifliğini tedavi etmiş olmaz. Ancak hiperaktifliğinin tedavi edilmesi halinde o çocuk atlamayı, zıplamayı, bir yerlere tırmanmayı bırakacaktır. Bu örnekte olduğu gibi insanların kendi içlerinden ve konuyu anlayarak bazı amellerden uzak durmaları, rablik, ilahlık ve din gibi kavramları anladıklarında onlarının itikatlarının düzelmesi ancak mümkün olabilir.

Oy günü oy kullanmaya gidecek olan akrabalarımızı arayıp onları oy kullanmaktan vazgeçirmemiz bahsi geçen hiperaktif çocuk örneği gibidir ve herhangi bir davet anlamı taşımamaktadır. Yine kişilerin ellerine kırmızı listeler vererek ‘bunları yapma yaparsan kâfir olursun’ demek onları mümin yapmaz. O kimseler oy kullanmasalar da, bu kırmızı listeden sakınsalar da itikatları düzelmiş olmayacaktır. Çünkü bu durumlar toplum için bir sebep değil neticedir. Meseleleri kıt döngüler üzerinden değerlendirmek meselenin özünü kaçırmaya sebep olmaktadır.

Yapılması gereken; ifade ettiğimiz gibi Mekke’de rabbimiz tarafından insanların, toplumun akidesinin inşası için kullanılan ayetler ile davet yapmaktır. Bu bizi hem başarıya götürecektir hem de işlerimizi kolaylaştıracaktır. Bunların hepsinden önemlisi ise peygamberimizin gösterdiği yöntem ile bir sorumluluğu yerine getirmiş olmamızdır.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah'a ibadet edelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.’ Eğer onlar yine yüz çevirirlerse deyin ki: “Şahit olun, biz Müslümanlarız.”[6]

Bu ayetten bizim çıkartacağımız şey neye davet etmekten ziyade “Ortak kelimede buluşalım” ibaresidir.

Bu toplum ile aramızdaki ortak kelimeler; şeriat, rab, din kavramı vb kelimelerdir. Yöntem olarak şeriat kavramı, din kavramı, Allah’a kul- köle olmak kavramı insanlar ile müttefik olduğumuz ancak manaları yönünden anlaşamadığımız, içlerinin boşaltıldığı kavramlardandır. Bunlar ile davet yaptığımızda daha kolay ve daha felsefeden uzak en önemlisi ise daha az argüman ile daha anlaşılır davet yapmamız olacaktır.

Bizler aslında hem usul olarak hem de yöntem olarak yanlış bir yöntem takip ederek hem daveti güçleştirmekte hem de bireylerin anlattığımızı aslında tam kavramamasına sebep olmaktayız.  Doğru yöntem bizi başarıya ve kolaylığa sevk eder.

Bizler elbette günümüz ile alakalı olarak küfür ve şirk çeşitlerinin farklı olduğunu savunarak günümüzde başka kavramlar üzerinden davet yapmamız gerektiğini söyleyebiliriz. Ancak bu bizi başka tezleri de bununla birlikte kanıtlamamızı beraberinde getirmektedir.

Bunu bir örnek ile açıklamak gerekirse tağutu inkâr etmek gerekliliğini anlatırken tağutun inkâr edilmesi sonrasında ise iman edilmesi gerektiğini söylemekteyiz. Ancak bu bize muhatabımıza tağutun ne olduğunu izah etmek zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir. Sonrasında muhatabımız ise tağutun başka anlamlara geldiğini söyleyerek bizim tezimizi zayıflatabilmektedir.

Ya da Allah’ın indirdiği ile hükmetme noktasından davete başladığımızda ve Maide suresindeki 44. ayeti okuduğumuzda ise bu ayet ile ilgili sahabeden bunun küçük küfür olduğuna dair rivayetleri getirerek itiraz edebilmektedir. Dolayısıyla bir neticeye varmak için birden fazla tezin kabul edilmesi söz konusu olmaktadır. Ancak Rabbimizin Mekke döneminde insanlara ilk indirdiği ayetler üzerinden ya da ibadet, ilah, din ve rab kavramları üzerinden yapılacak olan bir davet insanın hem daha kolay anlaması hem de basit bir usul ile davetini yapmasını sağlamaktadır.

Bu izahatlardan bahsi geçen ayetler ya da kavramlar önemsiz gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Elbette bu ayetler ve kavramlarda izah edilmesi gereken ayetlerdendir. Ancak bir yol çizerek ve metod belirleyerek davet yapmaktan bahsettiğimizden dolayı bazı ayet ve kavramları ötelemek ya da öne almak noktasında bir yol izlemek elbette davetin maslahatı için gerekli olan bir husustur. Konumuz ve söylediklerimiz bu minvalde ele alınmalıdır.

Aynı zamanda davet için anlattıklarımızı gizlemek ya da saklamak, bazı hususlardan taviz vermek gibi de anlaşılmamalıdır. Kastımız insanlara şirin görünmek maksadıyla anlattıklarımızı değiştirmek değil, insanların daha iyi anlaması ondan daha da önemlisi Rasulullah’a (sav) davet metodunda ittiba etmek için onun metodunu anlamak ve uygulamaktır.

Yine yöntem olarak takip edilmesi gerekenlerden biri de ferdi olarak davettir. Müslümanların ilgilendikleri, davet götürdükleri, seçerek tebliğ yaptığı insanların olmasıdır ki bu da efendimizin ilk dönemlerde kullandığı yöntemlerdendir. Bire bir ilgilenmek, insanlara peyderpey bir süreç içerisinde davet götürmek, yapılması gerekenlerdendir.

Rasulullah’ın (sav) izinden giden Müslümanlardan kılınmak duasıyla...

Selam ve dua ile…

 
[1] (33/Ahzab, 21)
[2] (2/Al-i İmran 104)
[3] (41/Fussilet 33)
[4] (12/Yusuf 108)
[5] (9/Tevbe 122)
[6] (3/Ali İmran 64)

 
Whatsapp Destek