Dinden Çıkaran Velayetin Kısımları - 3 | Hüseyin Oral


Müminlerin velisi olan Allaha hamd ve Rasulüne salat ve selamdan sonra;

Bu sayımızdaki yazımda geçen sayıdaki konuya devam etmek üzere kâfirlere, müminlerin aleyhinde yardımcı olmanın dinden çıkaran bir küfür ameli olduğuna dair delilleri sıralamaya devam edeceğim.

Sünnet kaynaklarında sabit olduğu üzere Rasulullah (sav) Bedir savaşı bittikten sonra kâfirlerin safında savaşıp Müslümanların esir ettiği amcası Abbas (ra)’a kâfirlere uyguladığı muameleyi uygulamış, onu kâfir saymıştı. Rasulullah (sav) amcası Abbas’a “Ey Abbas kendin için fidye öde!” dedi. Abbas (ra) “Ben bundan önce Müslüman olmuştum fakat müşrikler beni savaşa zorla getirdiler” dedi. Bu sözüyle Abbas (ra) kendisinin daha önce İslam’a girdiğini, müşriklerin kendisini zorlayarak savaşa katılmaya zorladıklarını, kendisinin ikrah altında olduğunu iddia ediyordu.

Rasulullah (sav) ona “Senin durumunu Allah (cc) en iyi bilendir. Eğer söylediğinde doğruysan Allah seni buna karşılık mükâfatlandırır. Fakat senin zahiri halin bizim aleyhimizedir. Bundan dolayıdır ki, sen diğer müşrik esirler gibi kendi diyetini ödemelisin” dedi ve mazeretini kabul etmedi.

Abbas (ra) müşriklerin sayısını çoğaltmış onlarla birlikte müminlere karşı hazırlanan ordunun içinde yer almıştı. Açıkça müşriklere müminlerin aleyhinde destekte bulunmuştu. Rasulullah (sav)’in kendi amcasına, müşriklere uyguladığı fidye ödeyip serbest kalma uygulamasını değiştirip başka şekilde muamele etmesi de mümkün değildi. Çünkü Rasulullah (sav) Allah’ın emriyle zahire göre hüküm veriyordu. Kalplere göre kişiye hüküm vermek sadece Allah’a ait bir hüküm olduğundan, Allah’ın Rasulü bile olsa zahirden ayrılıp hükmü değiştirmesi mümkün değildi.

Bu hâdise müminlere karşı müşriklerin sayısını çoğaltan, onlara yardımcı olan kim olursa olsun hatta Rasulullah (sav)’in öz amcası bile olsa kâfir muamelesi göreceğinin açık delillerindendir.

Sahabenin bir konuda icma etmesi (aynı görüş üzerinde birleşmesi) şer’i deliller arasında yer alan inkâr edilmesi mümkün olmayan delillerden biridir. Kimsenin sahabenin icma ettiği bir konuda farklı görüş ortaya atması mümkün değildir. Kâfirlere müminler aleyhinde yardımcı olmanın kişiyi dinden çıkarıp kâfir yapan bir küfür ameli olduğunda sahabenin icması da vardır. 

Rasulullah (sav)’in vefatından sonra Sahabenin henüz yaşadığı hicri on ikinci yıldan itibaren yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemetü-l Kezzab  ve müşriklerden yine aynı iddia ile ortaya çıkmış bazı kimseler vardı. Sahabenin tamamı (Allah hepsinden razı olsun) bu iddia ile ortaya çıkanların kâfir olduğunda, kendileriyle ve bütün destekçileriyle savaşılmasının vacip olduğunda icma ettiler. Dinden çıkmış olan bu taifelerin yardımcısı ve destekçisi olanların da yine o mürtetlerden farkı olmaksızın kâfir sayıldıklarında hiçbir ihtilaf yaşamadılar.

Beni Hanife’nin reisi olan Müseylemetü-l Kezzab’ın ordusunun içinde bulunduğu durumu değerlendirecek olursak; sayıları yüz binden fazla idi. Sahabe onların bu denli kalabalık olmalarına rağmen hepsinin kâfir olduğuna dair hiç bir tereddüt yaşamadı. Kendileriyle savaşıldığı sırada Sahabe (rhum) sahte peygamber Müseyleme’yi tasdik edenlerle onlara destek olanların arasında idiler. Müseyleme’nin destekçileri arasında Müseyleme’nin aşağılık bir yalancı olduğunu bilenler de vardı. Müseyleme’nin peygamber olduğuna inanmaksızın sadece ırkçılık duyguları ile onun yanında yer alıyorlardı. Buna rağmen Rasulullah (sav)’in Ashabı o mürtetlerin reisleri ve yardımcılarıyla, her ne amaçla olursa olsun yanlarında yer alanlarla ve onları destekleyenlerle hiçbir ihtilaf yaşamaksızın derhal savaşa giriştiler.

Sahabenin peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan Tuleyha’ya ve destekçilerine dahi Müseyleme’ye ve ordusuna uyguladıkları kâfir muamelesinden başka bir muamelede bulunmadıkları göz ardı edilmemelidir.

Sevrî, Tarık b. Şihab’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Esed ve Gatafan kabilelerinden oluşan Buzaha heyeti, barış talebi ile Ebu Bekir (ra)’ın yanına geldikleri zaman, Ebu Bekir onları uzak­laştırıp sürgün edici bir savaş ya da rezil rüsvay olarak bağışlanmak şıkları karşısında bıraktı. Onlar da dediler ki:

- Ey Rasulullah’ın halifesi, uzaklaştırıp sürgün edici savaşı anla­dık, ama rezil rüsvay olarak bağışlanmak ne demek? Bunu anlayama­dık.

Ebu Bekir, onlara şu cevaba verdi:

- Koyun ve develeriniz alınacak, siz sadece deve kuyruklarına tu­tunan bir kavim olarak bırakılacaksınız, bu haliniz bir süre devam ede­cek, nihayet Allah, peygamberinin halifesine ve müminlere si­zi mazur sayacakları bir muamele şeklini gösterecektir. Siz de bizden ele geçirdiğiniz şeyleri geri vereceksiniz, ama biz sizden aldığımız şeyle­ri size geri vermeyeceğiz. Ayrıca bizim ölülerimizin Cennet'te olacağına, sizin ölü­lerinizin de Cehennem’de olacağına şehadet edeceksiniz. Bizim ölülerimizin diyetini vereceksiniz ama biz sizin ölülerinizin diyetini vermeyeceğiz. Ebu Bekir'in bu konuşmasından sonra Ömer (ra) dedi ki:

- Ölülerimizin diyetlerini vermelerini söylüyorsun ama bizim ölü­lerimiz Allah’ın emri üzerine öldürüldüler ki onlar için diyet söz konusu değildir. Ebu Bekir, Ömer'in diyet alınmaması teklifini kabul etmeyince Ömer (ra) sözünü tekrarladı. Bunun üzerine

Ebu Bekir (ra):

- Ne güzel bir görüş ileri sürdün, dedi.”[1] Ve insanlar da bu görüşü takip ettiler.

Ebu Bekir (ra)’ın mürtetlerden tevbe edenlere şart koştuğu maddeler dinden çıktıktan sonra tekrar tevbe etmek isteyenlerin sadece pişmanlıklarını ifade etmekle yetinmelerinin geçerli olmadığını, hangi amelle dinden çıkmışlarsa o amelleri ortadan kaldırmadan, hangi batıl inanca saplanmışlarsa, o batıl inancın artık dışında olduklarının ikrarı anlamına gelen (bizim ölülerimiz cehennemdedir sizin ölüleriniz cennettedir) ifadesini söylemeksizin tevbelerinin kabul olmadığını, tekrar iman üzere sayılmadıklarını gözler önüne sermektedir.

Ebu Bekir (ra)’ın belirttiği şartları yerine getirmeden ne tevbeleri ne de barış teklifleri kabul edilmiştir. Gerek bu olaya şahit olan sahabîler gerekse olayı sonradan öğrenen sahabîlerden Ebu Bekir (ra)’a muhalefet eden olmamıştır. Hepsi sahte peygamberleri tasdik edenlerin ve onlara destekçi olan herkesin kâfir olduğunda icma etmiştir.   
    
 “İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez” (Maide, 51) ayetinin tasdiki mahiyetinde bir kez daha vurgulamak gerekir ki bir şeye destek olmakla o şeyi bizzat yapmak arasında hiçbir fark yoktur. Mezhep imamlarının cumhuruna göre bizzat müminlere karşı savaşmakla savaşanlara destek olmak arasında hiçbir fark yoktur.  İmam Malik, Ebu Hanife ve Ahmed b. Hanbel’in mezhebinde yardımcı konumunda olanların hükmü, bir hükme muhatap olanların hükmüyle aynıdır. Şeyhul İslam İbn-i Teymiyye de aynı görüştedir. 

Buraya kadar açıklanan delillerin tamamı kâfirlere açıkça destek olmanın ve en ufak bir yardım sayılacak bir davranışta bulunmanın dinden çıkarıcı büyük küfür olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Mesele aslında bu kadar açık olmakla birlikte yine de konuyla ilgili bazı uyarıları yapmak gerekiyor. Kâfirlere yardım ve destek olan kimsenin dinden çıkması için, sadece kâfirlere yardım ve destekte bulunması tek başına yeterlidir. Yaptığı işte niyetinin ne olduğuna itibar edilmez. Kâfirlere destek olurken, yardımlaşmayı veya en ufak bir destekte bulunmayı helal görüp görmediğine de bakılmaz. Küfre girmiş olması yardımcı olduğu kâfirlerin dinine sevgi duyup duymadığıyla ilgili değildir.

Bazı dalalet ehli çağdaş mürcie zihniyetli kimseler kâfirlere velayet göstermenin sadece kâfirlerin dinlerinden memnun olunduğu zaman gerçekleştiğini, küfre girmenin kişinin kalbindeki kasıtla ilgili olduğunu veya İslam’dan nefret ederek yapılması halinde dinden çıkarıcı velayet kapsamına girdiğini öne sürmektedirler.

Bazıları da kâfirlere velayet uygulamanın küfür olmadığını sadece kalbiyle helal görerek, yardım ve destekte bulunulması halinde küfür sayılabileceğini ileri sürecek kadar cahilleşmişler, nice ayakları kaydırmış ve nice kalplere de şüphe sokmuşlardır. Ayrıca dünyevi bir menfaat elde etmek için kâfirlere velayet gösteren kimselerin dinden çıkmadığını iddia edecek kadar ileri gidenleri bile vardır.

Bunların hepsi insanları vela ve berâ inancının manasından saptırmak üzere bidat ehli tarafından ortaya atılmış batıl şüphelerdir. İnsanların itikadını ilgilendiren vela ve berâ konusunu önemsizleştirerek dinlerini karmakarışık bir hale getirmek istemektedirler. Hiçbir zaman Kuran, Sünnet ve Rasulullah (sav)’in Ashabının icmasına dayanan açık delillerle konuşmazlar.

Yukarıda da belirttiğim gibi kâfirlere velayet gösterilmesinin küfür olması için kâfirlere yardım ve destek sayılabilecek basit bir söz veya davranışın gerçekleşmesi yeterlidir. Helal sayma, kalpten inanarak yapma, dinlerini onaylamak kastıyla yapılması veya İslam’dan nefret ederek yapılması gibi şartlara bağlı değildir.

Bu amellerin her biri zaten haddi zatında küfür olan amellerdir. Kâfirlere velayet göstermenin helal olduğuna inanan, onların dinlerini benimseyen, İslam’ı ve Müslümanları kerih gören, dünyası karşılığında dinini satan, her kim olursa olsun kâfirlere velayet gösterecek bir davranışta bulunmasa bile zaten kâfir olur.

İslam şeriatında günahlar dinden çıkaran ve dinden çıkarmayan günahlar olmak üzere iki kısımda değerlendirilmiştir.

Dinle alay etmek, Allah’a ve Rasulüne sövmek, dine sövmek, kabirlerin, türbelerin, heykellerin, önünde kurban kesmek, puta secde etmek tağutlara muhakeme olmak, beşeri kanunlarla hükmetmek, Allah’tan başkasından medet dilemek, Allah’tan başkasına adakta bulunmak ve daha birçok günah çeşidi işleyen kimseyi işlediği günahı helal görmese bile dinden çıkaran kâfir yapan günahlardandır. 

Kâfirlere bir hecelik kelime ile en ufak bir parmak hareketi ile veya kalbinde küfre dair hissettiği hayranlıkla velayet göstermek de aynı şekilde dinden çıkaran günahlardandır.

İşleyeni dinden çıkarmayan günahlar ise içki içmek, hırsızlık yapmak, zina etmek, kumar oynamak, gıybet etmek, domuz veya leş gibi haram kılınmış şeyleri yemek gibi günahlardır.

Bu günahlar büyük günahlardan sayılır. Tevbe edilmemesi halinde Allah (cc)’ın affetmesi müstesna ahirette azap görmeyi gerektirir. Bu günahların dinden çıkarması ise ancak helal sayılması halinde gerçekleşir.

Allah (cc)  “İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır…” ayetinde kim kâfirlere velayeti gerçekleştirirse o da onlardandır buyurarak, kâfirleri veli edinenlerin de kâfirlerin hükmüne tabi olacağını beyan etmiştir.

Velayet ilişkisini kuran kimsenin niyetine, amacına, kastına, düşüncesine dair bir ifade zikretmemiş, hükmü bizzat yapılan işe bağlamıştır.

Kalplerdeki niyetleri sadece Allah (cc) bilebilir. İnsanların birbirlerinin kalplerindeki niyetleri idrak etme imkânı bulunmadığından sadece kişilerin dışa yansıyan davranışlarıyla kanaat sahibi olma imkânları vardır. Kâfirlere velayette bulunanların küfre girmesini kalpteki niyete bağlayanlar gaybı bilme iddiasında değillerse hangi yetenekleriyle kalplerdeki niyetlere göre hüküm ve kanaat sahibi olacaklardır?

Ümmü Seleme (ra)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Ben sadece bir beşerim. Sizler bana yargılanmak üzere geliyorsunuz. Belki sizden biriniz, delilini getirmekte diğerinizden daha becerikli ve daha üstün anlatımlı olabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir parça ayırmış olurum.”[2]

Rasulullah (sav) Allah (cc)’ın yeryüzündeki elçisi olmasına rağmen kendisine getirilen davalarda, karşısına gelenlerin beyanlarına göre hüküm veriyordu. Sadece zahirlerine göre davranıyor, onların birbirlerine karşı konuşma yeteneklerini kullanarak haksızlık yapmamalarını tavsiye ediyor, zahire göre vereceği hükümde biri diğerinin hakkını zulmederek alacak olsa bile bunun farkında olamayacağını bildiriyordu.

Şimdi kâfirlere velayette bulunanların kâfir olması için kalplerinde velayet niyeti olması gerekir diye Kuran ve Sünnet’e dayanmayan batıl teviller öne sürenler hangi delile dayanarak kalpteki niyetlere itimat etmektedirler?

Abdullah ibn Utbe şöyle demiştir: “Ben Ömer b. Hattâb (ra)’dan işittim, o şöyle diyordu: “Bazı insanlar Rasulullah zamanında vahiy ile (sırları meydana çıkar da) yakalanırlardı. Şim­di ise vahiy kesilmiştir. Biz şimdi ancak sizleri amellerinizden bize açıklanan suçlar sebebiyle yakalarız. Böyle olunca her kim bize bir hayır hâli meydana korsa, biz onu emin kılarız ve onu kendimize yakınlaştırırız. Onun gizli işlerinden hiçbir şeyi araştırmak) bize ait de­ğildir. Gizli işleri hususunda onu Allah hesaba çeker. Ve her kim de bize bir kötülük ve şerr ortaya koyarsa o, gizli işlerinin güzel oldu­ğunu söylese de, biz onu emin saymaz, onu doğrulayıp tasdik etmeyiz.”[3]

Allah Rasulü’nün Ashabının bu konudaki tavrı yukarıdaki rivayette hiçbir kapalılığa mahal bırakmayacak kadar açıktır. Hiçbir zaman davacının veya davalının kalbindeki niyete göre hüküm verilemeyeceğini beyan etmişler gerek kalplerde olsun gerekse insanların gizli halleri hususundaki meselelerde olsun daima dışa yansıyan davranışlarla ilgilenilebileceğini kalplerin Allaha ait olduğunu ve insanların kalplerden sorumlu olmadığını beyan etmişlerdir.

Dünyalık bir davada bile kalplerle alakalı niyetler ve gizli haller geçersiz sayılırken kişinin dinden çıkmasını gerektiren açık bir davranış nasıl olur da Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu bu kesin hükümden sapmayı meşru sayabilir.

Dünyalık bir fayda elde etmek maksadıyla kâfirlerle velayet ilişkisi kuran kimsenin kafir olmayacağını söyleyen dalalet ehli bidatçi Cehmiyye zihniyetliler de Allah (cc)’in ayetleriyle açık bir çelişkiye düşmektedirler.

“Kim iman ettikten sonra Allah'a kafir olursa -kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır.

Bu (azap), onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler topluluğunu hidayete erdirmemesinden ötürüdür.

 İşte onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar gafillerin kendileridir.” (Nahl 108)

Geçerli bir ikrah altında olmadan dünyalık bir fayda uğruna küfrü tercih edenlere Allah (cc)  dünya menfaatini zaten küfrün sebebi olarak zikretmiştir. Kâfirlere velayet edenlerin dünyalık menfaat amaçlaması kendilerini küfürden muaf tutmak şöyle dursun içine düştükleri açık küfrü daha da belirgin hale getirmektedir.

Sürekli tekrarladığımız Maide suresi 51. ayetin devamında münafıkların ehl-i kitaba velayet göstermesinin altında yatan sebepler de açıklanmıştır.

“Kalblerinde hastalık bulunanların ‘Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz’ diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih yahut katından bir emir getirecek de onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklardır. (Maide, 52)

Şeyhul İslam İbni Teymiyye bütün müfessirlerin bu ayetin münafıklar hakkında indiği konusunda ittifak ettiklerini ifade etmiştir. Bu münafıklar Müslümanların yenilgiye uğramasından dolayı başlarına bir musibet gelmesinden korktukları için Yahudilere yardımcı ve dost olmakta idiler. Kendi başlarını belaya sokmamak, maslahatlarının kaybolmaması ve Yahudilerden elde edecekleri menfaatlerin kesilmemesi için dostluklarını sürdürmek istiyorlardı.

Yahudilerin dinlerini tasdik etmek veya Rasulullah (sav)’in yalancı, Yahudilerin de doğru yol üzere olduğuna inandıkları için dost olmayı sürdürme gayesinde değildiler.   

İrca ehlinin insanları açıkça saptırabilmek için Allah’ın dinine attıkları iftiraların ne kadar temelsiz olduğu gözler önüne serilmiştir. Kuran ayetleri ve Rasulullah (sav)’in sünneti Sahâbe’nin dini yaşama tarzı ve İslam ulemasının vela ve bera konusuyla ilgili delillere yaptıkları açıklamalar konunun önemini bütün açıklığıyla beyan etmiştir. Şüphe ve batıl teviller peşinde koşmak, kâfirlerin sevgisini ve dostluğunu kalplerinden ve üzerlerinden atamamış sapkın taifelerin sadece birkaç hilesidir.

Müminler daima zamanının sinsi düşmanlarına karşı dikkatli davranmak zorundadır. Allah (cc) bütün müminleri şerlerinden korusun. Amin. 


 
 
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/451-156.
[2] Buhârî, Şehâdet/27, Hıyel/10, Ahkâm/20; Müslim, Akdiye/4.
[3] Buhari, Şehadet.
Whatsapp Destek