Ey Muvahhid Senin Derdin Ne?

Allah’a hamd, Rasulüne salât ve selam olsun.

Kendisini tevhide nispet eden ve vakıası ile ilgili birtakım tespitler yapan muvahhid kimse tarihten beri gelen hak ve batıl mücadelesine yabancı kalmaz. Tarihten bu yana, günümüze kadar hak ile batılın arasında amansız bir çarpışma söz konusudur.

Şirkin ortaya çıkmaya başladığı Nuh’un (aleyhisselam) gününden Efendimizin dönemine kadar, sonrasında ise peygamberimizin döneminden günümüze kadar olan dönem içerisinde hak ile batıl, iman ile küfür ve bunların mensupları arasında bir mücadele, hasımlık söz konusudur.

Muvahhid bir birey vakıası ile ilgili birtakım çıkarımlar yapmış ve bir sonuca ulaşmış olan kimsedir. Yaptığı çıkarım aslında şudur; Tüm peygamberler insanları Allah’ı birlemeye ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaya davet etmişlerdir. Günümüzde de Allah’ın tüm hakları Allah’a ait olmak ve iade edilmek zorundadır. Allah’a ait olan bu hakları her kim alır, gasp eder ise ya da gasp edenler ile yardımlaşır ise o kimseler batıla dalmış, haktan uzaklaşmış olan kimselerdir.

İşte bu tespiti yaptıktan sonra hakkın ne olduğu, batılın ne olduğunu dillendirmeye başlar. Kendi ortamının peygamberlerin gönderildiği ortamlara ne kadar da çok benzediğini fark eder. Peygamberlerin gönderildiği toplumlar ile kendi toplumunun ortak özellikleri ön plana çıkmaya başlar. Nitekim İslam toplumunun özellikleri, vasıfları olduğu gibi cahiliye toplumunun da özellikleri elbette mevcuttur. Gününün; peygamberimizin geldiği güne, toplumunun; Mekke şirk toplumuna ne kadar benzediğinin farkına varır.

Bizler Kur’an’ı açıp okuduğumuzda peygamberlerin mücadelelerine rastladığımızda zihinlerimizde bir şeyler şekillenmektedir. Kur’an kıssalarını, peygamberlerin mücadele tarihini bir hikâye, bir kıssa tadında okumamalı, bu mantıkla okunanları dinlememeliyiz! Kur’an da bizlere bir hakikat anlatılmaktadır. Bir gerçeklik! Bu anlatılan şey hak ile batılın arasındaki amansız düşmanlığın tarihçesidir.

Ashabı Kehf’in kıssasını okuduğumuzda köpekleri ile birlikte sayılarını tahmin etmeye çalışmayız. Zaten Rabbimizde bunu yerer bir ifade kullanmıştır. Orada asıl anlatılmak istenene yani kafir, zalim ve despot yönetimler ile o günün muvahhid gençleri arasındaki mücadeleye odaklanırız.

(Ey Muhammed!) Bazıları bilmedikleri şey hakkında atıp tutarak: “Onlar üç kişidirler, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler. Yine, “Beş kişidirler, altıncıları köpekleridir” diyecekler. Şöyle de diyecekler: “Yedi kişidirler, sekizincileri köpekleridir.” De ki: “Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Zaten onları pek az kimse bilir. O hâlde, onlar hakkında (Kur'an'daki) apaçık tartışma (yı aktarmak)dan başka tartışmaya girme ve bunlar hakkında onlardan hiçbirine bir şey sorma.”

Özellikle (رَجْمًا بِالْغَيْبِ) ifadesini dikkat edersek aslında gaybı taşlamak demektir. Yani karanlığa taş atar gibi, bilmedikleri hususunda tartışmaktadırlar. Hâlbuki mühim olan mesele sayıları değildir. Oradaki başka bir hakikatin ortaya koyulmasıdır.

İşte Allah Teâlâ bize bu kıssaları anlatırken, bu diyaloglar ile şuna vurgu yapmaktadır; Yeryüzünde, hemen hemen kurulduğundan bu yana bir mücadele vardır. Bu mücadelenin taraflarını da sıkıntılar beklemektedir. Bu mücadeleyi sürdürecek insanların tarihten ibret almaları gerekmektedir.

Çünkü vaat edilen şey budur; tıpkı şu ayette olduğu gibi,

“Mü'minler, düşman birliklerini görünce, "İşte bu, Allah'ın ve Rasûlünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Rasûlü doğru söylemişlerdir" dediler. Bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırmıştır.”[1]

Ayete dikkat edersek Allah ve Rasulünün vaat ettiği şeyin bir zorluk, meşakkat olduğunun farkına varırız. Yani bu din asla rahatı, mutluluğu, refahı vadetmez. İnsanların senin aleyhine toplanmasını, senin yurdundan çıkarılmanı, küfür ehli tarafından daha nice sıkıntılara uğratılmanı vaat eder.

Seyyid Kutub bu minvalde şunları ifade etmektedir;

“Bu Yol Zor Bir Yol, Güller ve Çiçeklerle Döşeli Bir Yol Değil... Dikenlerle Bezeli Kanlarla Süslenmiş Bir Yol...”

Belki de sıklıkla okuduğumuz, sürekli internet ve sosyal medya da paylaştığımız, durumlarımızın başköşesine astığımız bir söz bu söz. Ancak bunları bilmek ya da dillendirmekten ziyade bunun gereği ile amel etmek gerekmektedir. Sadece bu sözü değil, başından beri izah etmeye çalıştığımız bu mücadeleyi önemsemek gerekmektedir.

Bu tespitleri yapmak, bu sonuçlara ve çıkarımlara ulaşmak tek başına elbette bir şey ifade etmemektedir. Ancak bunun üzerine insanın kendi üzerine düşenleri de bilmesi, farkına varması ve gereği ile amel etmesi gerekmektedir. Toplum, şirk toplumu, ortam küfrün alıp başına gittiği bir ortam ise, bu takdirde peygamberlerin çağrısının tekrar yenilenmesi ve peygamber varislerinin tekrar ortaya çıkması elzem bir hâl almaktadır.

İşte bu da bir muvahhidin dert sahibi olmasını gerekli kılacaktır. Bahsettiğimiz hak- batıl mücadelesini anlayan bir Müslüman Allah’ın dini adına dertlenmeli ve elinden geleni bu mücadele uğruna heba etmelidir.

Her bir insanın ya da topluluğun bir derdi vardır. Kimisi maddeyi dert edinmiştir. Tüm dertlerini onun üzerine bina etmiştir. Kimi ise gideceği okulu, kimisi evleneceği kadını, kimisi okuyacağı ve kazanacağı üniversiteyi, kimisi siyasette geleceği makamı dert edinmiştir.

Hatta bu maddeyi dert edinenlerin yanında her ne kadar batıl da olsa bir ideolojiyi dert edinenler vardır. İşin aslı, maddeyi dert edinenlerden daha karakter sahibi insanların yapacağı bir iştir.

Çünkü insan, derdi kadar değerlidir. Derdi kadar vardır. Dertsiz bir insan değersizidir. Bir insan düşünün tek derdi, hayatını idame ettirmek, kazanıyor ise daha fazla kazanmak, bire sahip ise ikiye sahip olmak. Bu insan kazanmaya çalıştığı şeyin değeri kadar değerlidir. Bir ev ise bir ev kadar, bir araba ise bir araba kadar değeri ve ağırlığı vardır.

Peki, Müslümanın derdi olmalı değil midir? Ya da Müslümanın zaten derdi vardır. Ancak bu derdin farkında olmalı değil midir?
Bir Müslümanın derdi, sahip olduğu akidenin gereği olarak bu davayı ileriye taşıma sorumluluğu olmalıdır. Ümmetin içerisinde bulunduğu parçalanmışlığın önüne geçmek olmalıdır. Ümmetin yeryüzünün her bir köşesindeki dul ve yetimleri için hayıflanmak olmalıdır.

İşte bu dertler insanı değerli kılar. Müslümanın derdi ihtilaf üretmek ve problem çıkarmak olmamalıdır. Ne yazık ki halimize bakılırsa sürekli belli aralıklar ile aynı konular üzerinden ihtilaf yaşayarak gücümüzü, üretkenliğimizi bitirip, tüketmekteyiz.

Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır;

“Salih amelleri yapmakta acele edin. Zira ileride karanlık gecenin (birbirini izleyen parçaları) gibi birtakım fitneler vuku bulacaktır. O vakitte kişi mü’min olarak sabahlar, akşama kâfir olarak çıkar. Mü’min olarak akşamlar, sabaha kâfir çıkar. Dünya malı karşısında dinini satar.”[2]

Rasulullah (sav), bu hadisinde fitneler gelmezden önce insanları amele yönlendirmektedir. Buradaki fitneyi geniş bir şekilde anlamamız mümkündür.

İnsanların amel etmeye imkânları var iken bu imkânlarını yitirmeleri insanlar için bir fitnedir. Yine insanların öğrenme imkânları varken cehaletten dolayı amel edememeleri bir fitnedir. Bir başka şekli ise amel etme rahatlığı varken insanlar arasındaki problemlerden ötürü amelden yoksun kalmaktır.

Buradan şunu anlayabiliyoruz; demek ki fitneler insanları amelden uzaklaştırmaktadır.

İnsanlar dertleri amel etmek, Allah’a yakın olmak ve dine hizmet etmek olmalıdır. Bunların dışındaki kulluk dertlerini bir kenara bırakarak hareket etmelidirler. Ancak bizler Müslümanlar olarak kendi asıl dertlerimizi unutarak, suni dertler ile kendimizi oyalamaktayız.

Bir Müslüman evinin kapısını, dükkânının kepengini araladığında ne görmektedir? Küfrün ve şirkin hâkimiyetinden, toplumun bozukluğundan, insanların Allah’ın kitabını sırtlarına atmasından başka ne görmektedir? Hâl böyle iken bu insanlara daveti götürmek bizlerin asıl derdi olması gerekmez mi? Müslümanlar ile beraber olduğunda gözüne ilk çarpan şey nedir? Müslümanların sayılarının artmasına rağmen parçalanmışlıkları ve çok sayıya rağmen kalitesizlikleri değil midir? Hâl böyle iken bu ihtilaflara merhem olacak söylemler ve eylemler, onların daha iyi birer Müslüman olmaları için onları eğitmek bizlerin asıl derdi olmalı değil midir?
Müslüman yeryüzünün doğusuna, batısına, kuzeyine, güneyine baktığında ne görmektedir? Müslümanların çiğnenen ırzlarını, hapsedilen erkekleri, toplama kamplarındaki kadınları dikkatini çekmemekte midir? Hâl böyle iken bu ümmetin derdi ile dertlenmek gerekli değil midir?

Ancak insan bu dertleri unutur, kendisine layık olmayan suni dertleri dert ederse onların arkasında gidecek ve asıl görevini, derdini, sorumluluğunu ihmal edecektir.

Bu suni gündemler bazen Müslümanların kendilerinden kaynaklı, bazense kafir ve münafıklardan kaynaklıdır. Genelde sunulan gündemler ise detaylar ile meşgul etmek suretiyle asıldan uzaklaşma şeklinde olmaktadır.

Yani insanlar meselelerin detayları ile o kadar meşgul olmaktadırlar ki asıl gayeyi, asıl derdi unutmaktadırlar. İnsanlar düşündükleri yaşama ve bildiklerini pratiğe aktarma noktasında gereken önemi ve özeni terk ederek, sahip oldukları bilginin detaylandırılmasıyla uğraşmaktadırlar. Sonrasında ise detaylar neticesinde ihtilaflar ortaya çıkmakta ve asıl yapılması gerekenler ıskalanmaktadır. Amelde zafiyet arttıkça, düşünce de ayrıntı ve detay artmaktadır. Eylemsizliğe alışan insanlar, konuşmayı ve felsefe yapmayı meziyet kabul etmektedirler. Asıllardan uzaklaşıldıkça dağınıklık hali baş göstermektedir. Bu da aslında hoşumuza gitmektedir. Nefsimiz bunu arzu etmektedir. Çünkü detaylara inmek ve detaylarda boğulmak insana sorumluluk yüklememektedir. Sonra daha fazla sonra daha fazla detay! İnsan detaylar neticesinde -Rabbim korusun- sahip olduğu hazineyi toptan kaybedebilmektedir.

Şöylesi bir zamanda hidayete ve sahih bir akideye sahip insanın durumu bir mücevhere, ziynete sahip olan insanın durumu gibidir. Mücevher ve ziynet sahibi insanlar sürekli sahip olduklarını ortalığa saçıp, insanların önlerini serip durmazlar. Çünkü sahip olduğun ziynet zarar görebilir, çalınabilir, kaybolabilir. Onu korunaklı bir sandığın içine koyup, kaldırır ve işine bakar. İşte muvahhid bir kimsenin sahip olduğu hidayet böyledir. Kişinin tevhidi, akidesi çok önemlidir. Bu yüzden ona çok önem gösterir. Ancak önem göstermek sürekli haklı çıkmak için onu, ulu orta tartıştırıp durmak değildir.

Bizler vakıası olmayan bir akide meselesini önce gündemimize alıyoruz. Sonra tartışıyoruz. Sonra detaylara inip, detaylarda anlaşamayarak ayrılıyoruz.

Anlaşılması için mücahitten şefaat isteme örneği vermek istiyorum. İnsanlar gündemlerine öncelikle bu olay alıp sonrasında bu mesele hakkında bir neticeye varıyorlar. Kimisi bu işin küfür olduğuna, kimisi bu olayın bidat olduğuna, kimisi ise bu olayın caiz olduğuna kanaat getiriyor elbette uzun tartışmalar ve ihtilaflar neticesinde. Sonrasında ise şefaat istemeyen ama isteyene kendisi ile aynı hükmü vermeyen kişinin hükmü ile alakalı tartışma başlıyor. Sonrasında ise detaylar detaylar. Gereksiz polemikler, reddiyeler, münakaşalar, felsefik ve kelami detaylar.

Bu bağlamda Rasulullah (sav), şöyle buyurmaktadır;

Allah Teâlâ bazı şeyleri farz kıldı, onları ihmal etmeyin. Bazı günahlara yaklaşılmaması için sınırlar koydu, o sınırları aşmayın. Bazı şeyleri haram kıldı, o haramları çiğnemeyin. Bazı şeyleri de unuttuğu için değil size olan merhameti sebebiyle dile getirmedi, onları da araştırıp kurcalamayın.”


Allah ve Rasulü bir kişinin cennetine ve cehennemine sebep olacak ne varsa kesinlikle söylemiş ve izah etmiştir. Eğer durum böyle olmayacak olsaydı -haşa- Allah Teala, kullarına zalim olmuş olurdu.

Çok soru sormak şeriat tarafından yasaklanmıştır. Çünkü her bir ilim, her bir soru ve alınan cevap insanın üzerine bir sorumluluktur. Ancak bunun farkında olmayan insan sürekli detaycı davranır. Kendisini de bu noktada fıkıh sahibi zanneder.

Selefin üzerinde durmadığı konuları kendimize vazife bilip, felsefik tartışmalar içerisine girmemeliyiz. Amel ehli olmak için çırpınmalıyız.

Enes (ranh) anlatıyor:

Rasulullah’a (sav) sahabeler sorular sordular. Soruda öylesine aşırı gittiler ki, bir gün minbere çıkıp (öfkeyle) “Sorun, her sorunuza cevap vereceğim." Dedi. Cemaat bu sözü işitince, korkuyla başlarını öne eğdiler. Başlarına mühim bir hadise gelmekte olmasından korktular."

Enes (ranh) devamla dedi ki; “Ben sağıma soluma bakmaya başladım. Bir de ne göreyim, herkes elbisesini başına sarmış ağlıyordu. Derken, münakaşa falan ettiği zaman, babasından başka birisine nispet edilen bir kimse ilk konuşan oldu: “Ey Allah'ın Rasulü! Babam kimdir?” dedi. Rasulullah (sav) “Baban Huzâfedir." buyurdu.

Ömer (ranh), “Rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak da Muhammed'den razıyız. Fitnelerden Allah'a sığınırız.” dedi.

Rasulullah (sav), “Hayır ve şer her ikisinin de bugünkü kadar bol indiğini hiç mi hiç görmedim. Bana cennet ve cehennem gözle görülecek hale getirildi ve onları şu duvarın önünde gördüm.” dedi.[4] 

Genelde kendisini tevhide nispet eden camia -özellikle Hanefi fukahasını- olmayan meseleleri tartışmak ve görüş ile hükmetmek yönünden eleştirir. Ancak aynısını kendilerinin yaptığının farkında dahi değillerdir. Kendileri de olmayan henüz başa gelmemiş meseleleri tartışmakta ve en önemlisi ‘bence, bana göre’ lafızları ile nastan, seleften uzaklaşarak kendince meseleleri çözmeye çalışmaktadırlar. Ehli rey diye zemmettikleri insanları unutup, kendileri rey sahibidirler. Ancak bir farkla; Hanefi fukahası ilim sahibi olup görüş bildirir, bizimkiler ilimsiz rey sahibidirler.

İslam’ı anlatmamak ve asıl meseleler ile ilgilenmeyişimiz bizleri detaylara sürüklemektedir. Bunların yerine temcit pilavı gibi sürekli aynı meseleleri yaşamak ve konuşmak zorunda kalıyoruz. Zihnimiz, kalbimiz neler ile meşgul?

Kerbela olayı sonrası, Abdullah İbni Ömer’e (ranh) Iraklı biri şöyle soru sorar;

“İhramlı iken sinek öldürmenin hükmü nedir?” İbni Ömer ise şöyle der;

“Şu Irak halkının haline bakın! Rasulullah’ın (sav) torunun Kerbela’da kanına girerler, bunun hükmünü sormazlar. Öldürdükleri sineğin fetvasını sorarlar.”

Bu kıssa, durumumuzu muhasebe etme adına hikmetli bir kıssadır.

Yine dertlenmeyişimizden, yanlış şeyleri dert edinmemizden ötürü, tecrübenin üzerine yenisini koyamamak gibi bir hasletimiz vardır. Sürekli kendisini tekrar eden bir İslami hareket anlayışımız söz konusudur. İnsan hata yapabilir. Ancak geçmişi iyi okuduğu ve insanların tecrübelerinden faydalandığında hatalarını daha azaltacak daha doğrusu aynı hataları tekrar etmeyecektir.

Geçmişe baktığımızda insanları dertlerinin asıl meseleleri olmadığında, nasıl bu dine hizmet edemediklerinin farkına varırız. Yakın tarihimizde İslam’a hizmet etmeye çalışan cemaatler, camialar ihtilaf ettiklerinden, asıl meseleleri dert edinmediklerinden davanın yükünü çekememişlerdir. Allah bu nimeti kendilerinden almıştır. Eğer bizler tarihimizden faydalanmayacak olursak bu takdirde bizlerden de Allah Teâlâ bu nimetini alacaktır.

Bizler Rabbimizin yardımına ve O’nun Müslümanlara göndereceği hayırlara, nusrete muhtacız. Bize derdimizi sevdirmesi, bizlere mücadele azmini kazandırması, davamız adına asıl meselelere sahip çıkmamızı, ihtilaf etmeyişimizi, ittifak ile bir ve beraber olmayı nasip edecek ve katından yardımı gönderecek ve verecek olan Allah Teâlâ’dır. Ancak rabbimiz bunların hepsine birer sebep yaratmıştır. Sebepler yerine gelmeden hiçbir topluluğa yardımını indirmemiştir. Ya da onların beraberliğini sağlamamıştır. Hatta bu peygamberlerinin içerisinde bulunduğu topluluklar bile olsa.  

Hamasi sözler ile dava ilerlememektedir. Dertli Müslüman hamaset sahibi değildir.  Sadece Allah’ın bize yardım edeceğine dair ayetleri, sözleri alıp, yardımın sebeplerini terk etmek bizim huyumuz olmuştur.

Rabbimiz Kur’an da birçok yerde Müslümanlara yardım edeceğini, Müslümanların aleyhinde kafirlere yol vermeyeceğini ifade etmiştir. Ancak bunlar sebebe bağlıdır. Bizler sadece bu ayetleri alır, bunların gereği olacak sebepleri yerine getirmeksizin bağırır durursak bu hamasi davranmaktan başka bir şey olmayacaktır.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Andolsun, senden önce biz nice peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler onlara apaçık mucizeler getirdiler. Biz de suç işleyenlerden intikam aldık. Mü'minlere yardım etmek ise üzerimizde bir haktır.”[5]

“Allah, mü'minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir.”[6]

Rabbimiz sebepsiz olarak da yardımını indirmeye kadirdir. Ancak tabiri caizse bu konuda peygamberlerini dahi kayırmamıştır. Eğer ortada bir sebep yok ya da bir engel var ise yardımını tehir etmiştir. Örneğin Uhud günü sahabeden bir grup itaatsizlik ettiğinde Müslümanların yardım göremediği gibi. Ya da Huneyn günü İslam ordusundan bazılarının kendilerini beğenmelerinin neticesinde hezimetin eşiğinden dönülmesi gibi. Bu orduların içinde Allah’ın peygamberi Muhammed Mustafa (sav) vardı. Onun yanı başında onunla sürekli beraber olan Muhacir ve Ensar’ın önde gelenleri vardı. Ama Allah Teâlâ en sevdiği kulları olsa da yeryüzü yaratıldığından bugüne var olan sünnetini -yani kanun, kural ne ise onu- uyguladı.

Bizler hamasî sözleri ifade ederek ve üzerimize düşenleri yapmayarak aslında “Dışarıdan bir şey, bir kişi gelsin bizim işlerimizi halletsin.” psikolojisinde hareket ediyoruz. Hep yardımı ya da olması gerekenin yapılmasını dışarıdan bekliyoruz. Kendimiz düzelmeden, çaba sarf etmeden, taşın altına elimizi koymadan davamız ilerlesin istiyoruz. Bu ne yazık ki mümkün değildir. İnsanlar ya uzun vadede Mehdi (aleyhisselam) bekliyor ya da kısa vadede ilim talebelerini, önde gelen insanları suçluyor ve onların yapmaları gerekenler olduğunu iddia ediyorlar. Bir fert üzerine düşeni yapmaz ise nasıl kaliteli bir topluluk ortaya çıksın ki.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Sabredip ayetlerimize kesin olarak inandıkları zaman, içlerinden emrimizle doğru yola ileten önderler çıkardık.”[7]

Rabbimiz önderler ortaya çıkmasının sebebini topluma işaret etmektedir. Toplumun fertleri bir şeyleri yaparsa o zaman içlerinden davanın önderleri ortaya çıkacaktır. Ancak toplumun istediği şekilde yaşayacak olursa o zaman bu mümkün olmayacaktır.

Toparlayacak olursak bu yazımda şunları ifade etmeye çalıştım;

Bizler tarihten bu yana bir hak ve batıl mücadelesinin varlığını biliyoruz. Günümüzde ise buna şahitlik ediyoruz. Bu hak ve batıl mücadelesi arasında tercih yapan bir Müslüman dert sahibi olmak zorundadır. Derdi ise ümmetin derdi, davanın derdi olmalıdır. Davayı ilerletmeyecek hususları bireysel anlamda ve topluluk anlamında dert edinmemelidir. Dert sahibi olduktan sonra ise kendisinin ıslahı için uğraş vermelidir. Sonrasında ise sebepleri yerine getirmek suretiyle Allah’ın yardımını beklemeye koyulmalıdır.

Rabbim bizleri ve tüm Müslümanları ıslah etsin. Rabbim bizleri yardımına layık kullar kılsın. Kafirlere karşı bizlere yardım etsin.

Allahumme Âmin.

Bir sonraki sayıda görüşmek duasıyla…

Selam ve dua ile…

 
 
[1]  (33/ Ahzab 22)
[2] Müslim
[3] (Darakutni)
[4] (Buhari)
[5] (30/ Rum 47)
[6] (4/ Nisa 141)
[7] (32/ Secde 24)
Whatsapp Destek