Gırmızı Ferrari

Allah Teâlâ insanı yaratmış, yeryüzüne göndermiş ve kendisi için bir misyon tayin etmiştir. İnsanın üzerine yüklenen bu görev, Allah Teâlâ’ya hakkıyla kulluk vazifesini yerine getirmektir. İnsandan beklenilen şey Allah Teâlâ’yı birlemek, tevhid etmek ve O’na kendisinin dışındaki hiçbir ilahı ortak koşmamaktır. İnsanoğlu bu kendisinin omuzlarına yüklenen misyonu icra edip, gereklerini yerine getirdiğinde bir sonraki yapması gereken şey ise inanmış olduğu esasları, iman ettiği dini ve gereklerini diğer insanlara ulaştırmak ve toplumları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak olacaktır. İşte bu da insanları hakikî dine çağırmak ile davet ile olacaktır.

İslam dininde davet, şeriatın üzerinde hassasiyet ile durduğu bir konudur. Çünkü toplumlar davet neticesinde Allah’ı tanırlar, bilirler. Çağlarının batıl dinlerinin yaymış olduğu karanlıklardan davet sebebiyle aydınlığa doğru yollarını bulurlar. Yeryüzündeki batıl dinleri, kendilerini saptırmak isteyen, batıllarına çağıran sistemleri davet vesilesiyle tanırlar. Davet sebebiyle yeryüzünde Allah’ın hükümranlığı sağlanır, yine davetle cahiliyyenin tüm şiarları yeryüzünden silinip, O’nun şeriatı ikame edilir.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;


“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”[1]

İnsanın çağrılabileceği, kendisi ile emrolunacağı en büyük iyilik ve maslahat tevhiddir. Tevhid, insanın amellerinin kıyamette karşılığını alabilmesi için gerekli olan şeydir. Tevhid, insanın ebedi bir hayatı kazanabilmesi için lazım olandır. Yüzünü ateşten koruyacak olan husustur. İnsanın nehyedileceği en büyük kötülük, mefsedet ise kişinin amellerini yiyip bitiren, kişiyi ebedi cehennemlik yapan, insana cenneti haram kılan şirktir.

Bir Müslümanın kendisi dışındaki insanlara anlatacağı en önemli ve mühim konu tevhidin yerine getirilmesi, şirkten ise sakındırılması olmalıdır. Tevhid ve şirkten daha önce anlatılacak olan tüm konular askıda kalacaktır. Tevhid ve şirk konusu ile bir terazide ölçüldüklerinde diğer konular önemini yitirecektir. Çünkü kişinin yapacağı tüm ameller bu iki konu ile paralel seyretmektedir.

İşte bu hususlara ve şeriatın tamamına insanları davet etmek bizlerin en büyük sorumluluklarından birisidir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;


“Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve "Kuşkusuz ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?”[2]

1400 yıl önceki peygamberimizin gönderildiği, Allah’ın kitabının indirildiği toplum ve dönem ile günümüz toplumları arasında ciddi bir şekilde benzerlikler söz konusudur. Bu benzerlikleri hiçbir Müslüman göz ardı etmez, edemez. Bu tespiti yapmak Mekke cahiliyyesi ile günümüz cahiliyyesini kıyas etmek ve benzerliklerini serdetmek ne yazık ki cahiliyyenin tüm kalıntılarının yeryüzünde silinmesi için yeterli değildir. Cahiliyyenin o dönemdeki ilacı ve reçetesi günümüzün de ilacı ve reçetesidir. Yani ciddi bir şekilde insanları İslam’a davet etmek ve amansız bir mücadele vermektir.   Bugün, günümüz için yaptığımız bu vakıa tespiti bizleri davete yönlendirmelidir. Davet alanındaki sorumluluklarımızı tekrar bizlere hatırlatmalıdır. Rasulullah (sav) ve ashabı o zamanlarda insanları İslam’a davet ettiler ve bu uğurda başlarına gelenler hususunda da sabrettiler. İşte günümüzde müminlerin yapmaları gereken hususta açık ve net olarak budur. Bu tespitten sonra gerekli olan şey gayretli bir davet ve Allah yolunda cihaddır.

Davetin önemi ve faziletine dair Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır;


“… Allah’a yemin olsun ki Allah’ın seninle bir kişiye hidayet etmesi, senin için kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.”[3]

Bir kişinin hakkı bulması için çabalamak ve O’nun hidayet bulması bizim için birçok dünyalıklardan daha hayırlıdır. Günümüz için ifade etmek gerekirse bir kişinin bizim vesilemiz ile Müslüman olması, mümin olması bizim için son model Ferrarilere, Porschelere sahip olmaktan daha hayırlıdır. Aslında matematiksel bir yönle bakacak olsak dahi yine de bizler için daha kârlıdır. Rasulullah (sav) başka bir hadisinde şöyle buyurmaktadır;

“Kim bir hidayete çağırıp, çığır açarsa kendisine uyanların sevabı kadar sevap ona verilecektir ve onların sevaplarından da hiçbir şey eksiltilmeyecektir. Her kim de bir sapıklığa çağırır ve o yolda bir çığır açarsa, kendisine uyanların günahlarını da yüklenecektir ve onların günahlarından da bir şey eksilmez, aynen kalır.”[4]

Bu hadislerden açıkça anlaşılacağı üzere bir kimsenin imanına vesile olmak, o kimsenin yapacağı tüm ibadetlerden davetçi için de bir pay almasına vesile olacaktır. O kişinin kıldığı namazlardan, tuttuğu oruçlardan, verdiği zekâtlardan eksiltilmeksizin vesile olan kimseye de pay vardır. Hatta matematiksel hesabı biraz daha büyütelim. Günümüzde bazı şirketlerin yaptığı, kişinin her kazandırdığı üyede kendisine kar yazılması gibi kişinin imanına vesile olduğu kişi de başkalarının hidayetine vesile olacak olursa hesabı hayal edilmez müthiş bir kâr söz konusu olacaktır.

Ancak ne yazık ki Müslümanlar bugün davet için gerekli önemi göstermemektedirler. Bu gerekli önemi göstermemelerinin sebebi daveti davetçilerin, ilim talebelerinin yapacağına inanmaları, bu konunun ehemmiyetini, insan olmanın gereği unutmaları ve bu konuyu namaz, oruç, zekât gibi bir zorunluluk ve sorumluluk olarak görmeyip, bu hususta tercih hakları olduğunu zannetmelerinden kaynaklanmaktadır.

Hâlbuki davet görevi kulluğun bir gereğidir. Nasıl ki “Namaz kıl, oruç tut, zekât ver.” gibi emirler ile şeriat bizleri mükellef kılmış ise “Kalk ve uyar, davet et, iyiliği emret, kötülükten alıkoy.” diye de mükellef tutmuştur. O zaman bu emri diğer emirlerden ayıran herhangi bir ayırıcı özellik yoktur. Nasıl kul namaz kılmadığı, oruç tutmadığında bir cezayı hak ediyor ise daveti bırakması halinde de Allah tarafından hesaba çekilecektir.

Davet, sadece ilim talebesi ve davetçilerin görevidir anlayışı davete yüklenilen eksik anlayıştan kaynaklanmaktadır. Davet etmek sadece ayet ve hadisleri Arapçasından okumak ve onlara mana vermek demek değildir. Bu zikredilen hususlar elbette bir daveti yapmada etkili olan hususlardır. Ancak davet, aynı zamanda davet için insan kaynağı da bulmaktır. İnsanlara iyilik ile muamele ederek onları davet için hazır hale getirmektir. Kişinin kendisini ifade etmede zorluk çektiğinde iyi bir insan, iyi bir Müslüman, dürüst bir tüccar olmakta davet için bir zemindir. Ancak Müslümanlar her zamanki ahlâkları gereği bir işten sıvışmak için “ Ben davet yapamıyorum, sinirliyim, gelişi güzel konuşuyorum, Arapça bilmiyorum.” gibi bahaneler ile davetten uzak kalmaktadırlar. Kişi Arapça bilmiyor olabilir, kendisini ifade edemeye de bilir. Ancak davet için ilgilendiği, dertlendiği, seçip kendisi ile yakınlık kurduğu bir kişi kesinlikle olmak zorundadır. Ta ki kişi, bu ilgilendiği insanı davete hazır hale getirsin. Bu da bir davettir, davetin bir ayağıdır. Eğer sadece bu işi davetçi ve ilim talebesi kimliği ile öne çıkmış insanlar yapacak olsaydı insanlara ulaşmak gerçekten de bir hayli zor olurdu.

Bir başka insanları davetten uzaklaştıran, onlara bu hakikati unutturan şey ise, tevhidin ve yapılmaya çalışılan davetin özellikle sosyal medya ve diğer mecralarda öne çıkmasıdır. Bu ulaşılan seviye ya da davetin duyulmuş olması yine bizlerden bu görevi kaldırmamaktadır. Müslümanların davet konusunda hassas olmaları, kendilerini bu konuda yetiştirmeleri gerekmektedir. Kendi dinlerini ve davalarını anlatacak, duyuracak dava sadakatine sahip olmalıdırlar. Çünkü ister hak olsun ister batıl olsun her ideoloji ve din kendisine bağlı fertlerinden bağlılık ve bu bağlılığın ilanını bekler. Çünkü kendisinin o dine ya da ideolojiye olan bağlılığının işareti ve alameti budur. Bu aynı zamanda kişinin inandığı inanç ve dava uğrunda neleri göze aldığını da bizlere ifade etmek suretiyle kişinin sadakatini de ispat eder.

Kendisinin bir gerçeği bulduğunu ve bu gerçekle tanıştığını düşünen insan, bu hakikati başkalarına anlatmadan asla rahat edemez, yerinde duramaz. Bu son ifade ettiğim cümlenin karşılığını tevhid ile yeni tanışan insanların ilk günlerinde bulmanız mümkündür. O kimsenin heyecanı, insanlara bunu anlatma istek ve gayreti, bir hazine bulmuş insanın bunu diğer insanlara taşıma hırsı gibidir. İlk tevhid ile tanışan insan, bunu herkese anlatmak ister, her yerde bunu haykırmak ister. Ancak etrafında bundan vazgeçmiş, bunun o kadar da önemli olmadığına inanan güruh, zamanla o yeni muvahhidi de aynîleştirir. Zamanla bu heyecanı kaybolur ve kişi davetten el etek çekmeye başlar.

Davet, insanı kendi davasında zinde tutan bir husustur. İnsan bir dine, bir hakikate davet edecek ise bunu bilmelidir. Bilmesi gerektiği için öğrenmeli, okumalı ve araştırmalıdır. Davete ihtiyaç duymayan bir kimse araştırmaz, okumaz ve öğrenmez. İki gününü birbirine eşit olarak geçirir. Ancak davet eden, farklı farklı fikirler ile tanışan ve onlarla fikrî anlamda mücadeleye giren bir kimse kendisini yetiştirmek ve geliştirmek mecburiyetindedir. Elbette bu husus sadece fikrî yönle sınırlı değildir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır;


“Ey örtünüp bürünen (Peygamber!) Kalk da uyar. Rabbini yücelt. Elbiseni (nefsini) arındır. Şirkten uzak dur. İyiliği, daha fazlasını bekleyerek (bir kazanç elde etmek için) yapma. Rabbin için sabret.” [5]

Bu ayetlerde Rabbimiz uyarma emri ile başlayıp, sabretme ile sonlandırmaktadır. İnsan davet edip, uyardığı takdirde başına bir takım musibetler gelecektir. Çünkü bu peygamberlerin yolunda gitme hususunda hırslı olan ümmetlerin ve insanların başına gelmesi kesin olan bir husustur. Çünkü bu Allah’ın ümmetler ve davetçileri hakkındaki sünnetidir. Kalkmayan, uyarmayan, davet etmeyen insanın sabredecek herhangi bir şeyi yoktur. Kimsenin etlisine, sütlüsüne karışmayan, kimsenin tavuğuna ‘kışt’ demeyen, kendi dünyalık işinde gücünde olan kimse, bu anlamda herhangi bir musibete maruz kalmayacaktır. Ancak peygamberler ile kavimleri arasında cereyan eden olaylara, Rasulullah (sav) ve ashabının başlarına, davet ettiklerinde gelenleri göz önünde bulundurduğumuzda, bu yolun yolcusu olmaya talip olan Müslümanların sürekli ve devamlı bir mücadele içinde olmaları gerektiği bizlere ayan beyan ortaya çıkacaktır. Sürekli ve devamlı bir mücadele, sonu gelmeyen denenmeler Müslümanı elbette daha kaliteli hale getirecek ve davası anlamında zinde tutacaktır.

Daveti sadece ilim talebeleri yapmaz konusuna yukarıda değinmiştik, bunu biraz daha izah edelim. İnsanlar ilim talebesi ve davetçi konumundaki insanlara davet görevini yükleyip, kendileri bununla nefislerini sorumlu tutmamaktadırlar. Evet, bir meselenin ilmî yönden ele alınması veya bir yanlış fikre dair cevaplar verilmesi ilim ile yapılabilir. Ancak sıradan bir mümin, kendi iman ettiği esasları ve delillerini öğrenmekle, bilmek ile kulluğunun gereği olarak mükelleftir. Dolayısıyla bunları başkalarına anlatacak kadar bir ilme kendisi baştan sahip olmalıdır. Bazı insanlar ise fıtratları gereği her ne kadar inançlarını delilleriyle bilseler de bunu karşısındaki insana izah etme noktasında çekingendirler. Ya da konuşma, anlatma meziyetine sahip değillerdir. Ya da haklı olarak yanlış söyleme, yanlış izah etme korkusu söz konusudur. Böylesi durumlarda ise mümin kişi yine de davet ile dertlenmek zorundadır.

Davet yapmak için kendi akrabalarından, komşularından, esnaflardan, çocukluk ve okul arkadaşlarından davet için elverişli olan bireyleri seçecek, onları ziyaret edecek, onlar ile insanî ilişkiler tesis edecek, onlara güzel bir örneklik oluşturacaktır. Bunlardan sonra mesele detayları ve delilleri ile bir konuyu birisine anlatmak ise çevresindeki bu işi yapabilecek kişilerden yardım almalıdır. Burada önemli olan şey davet ile dertlenmek, davet eksenli bir ilişki kurmaktır. Bu şekilde tüm müminlerin ilgilendiği, kendisi ile davet mesaisi sürdürdüğü kimselerin varlığı söz konusu olsa ciddi anlamda davetin başarıya ulaşması içten bile değildir. İlgilendiği kişi artık yaka silkse, kovsa, bağırsa, çağırsa ya da davete icabet etmese bir sonraki kişi ile ilgilenmek için kolları tekrar sıvamalıdır.
Burada bu ikili insanî ilişkilerden bahsederken önümüze çıkan başka bir önemli konu ise en etkili davetin hâl diliyle yapılan davet olduğudur. Bu bahsi geçen insanlar için iyi bir örnek oluşturulmadığı takdirde kesinlikle bir hakikat dahi olsa bizlerden dinlemeyecekler, almayacaklardır.

Hâl diliyle davet etmek, örneklik oluşturmak ise meşakkatli bir iştir. Bu, insanın hayatının tüm aşamalarında istikamet üzere olması ile mümkün olacaktır. Kişinin ticaretinde, sosyal hayatında, fabrikadaki iş arkadaşları ile olan tutumunda, dükkân komşuları ile olan ilişkilerinde, mahallesindeki komşusuna muamelesinde İslam’ın gereklerine uygun hareket etmesi gerekmektedir.

Eğer kişi söz verdiğinde sözünde durmuyor, borcunu aksatıp, vaktinde ödemiyor, ticaretinde insanları aldatıyor, yalan söylüyor, konuştuğunda Müslümana yakışmayan sözler sarfediyor, ahlâkı ise İslam ahlakından fersah fersah uzak ise bu kişinin bir fikrin temsilcisi olması mümkün değildir. Daha doğru bir ifade ile ifade edecek olursak bir fikrin temsilcisi olma iddiası taşısa bile bir fikrin kötü bir temsilcisidir. İslam davetçisi, kendi çevresinde sevilen, kendisine çabuk kaynaşılan, ahlakı ile insanlar içerisinde parmakla işaret edilen kişi olmalıdır.

Bu noktada siyerden Ebu Süfyan ile Herakliyus arasında geçen diyalogdan bazı bölümler bu bağlamda bizlere ışık tutmaktadır.

Herakliyus;“ – Bu iddiada bulunmazdan önce, O’nu hiç yalancılıkla itham etmiş miydiniz?” dedi.

“ – Hayır!” dedim.

“ – Hiç sözünde durmadığı olur muydu?” dedi.

“ – Hayır! Verdiği sözü tutar, ancak biz şimdi O’nunla bir müddet antlaşma hâlinde­yiz. Bu müddet içerisinde ne yapacağını bilmiyoruz!” dedim. O’nu kötülemek için araya sokuşturacak bundan başka söz bulamadım!

Herakliyus;  “-Bu iddiada bulunmadan önce, hiç O’nun yalan söylediğini gördünüz mü, diye sordum; hayır dedin. Ben bilirim ki, insanlara karşı yalan söylemeyen bir kimse, Allah hakkında da yalan söylemez!”

Bu diyalogdan açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki insanlar, bir insanın fikrine, düşüncesine neye inandığına bakmadan önce hayatına, insan ilişkilerine bakmaktadır. Kişi istediği kadar İslam vurgusu yapsın, İslam’a davet etsin, insanlar önce bu insanın hayatında İslam ne kadar var buna dikkat etmektedirler. Bu, sadece İslam için söz konusu değildir. Batıl bir inanç içinde geçerlidir.

Örneğin idareciler, yöneticiler kendilerinin demokrat ve özgürlükçü bir kişi olduğunu iddia ettiklerinde, muhalifleri tarafından kendi hayatlarında ya da ülke bazında getirmiş olduğu kısıtlamalar ile suçlanmaktadırlar. Çünkü özgürlük, sadece insanın kendisi gibi düşünen insanlara göstermiş olduğu tahammül değildir. Özgürlük, insanın kendisinin aleyhinde ya da çok uçuk bir görüşe sahip olup, bunu ifade ettiğinde de tahammül görmesidir.

Aynı zamanda davetçi olan bir müminin, insanlara davetinde hikmet, basiret üzere, yumuşaklık ile davet eden olması da gerekmektedir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;


“(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.”[6]

Hikmet kavramı; uygun zamanda, uygun yerde, uygun olan kişiye, uygun sözü ya da fiili, uygun bir üslupla söylemek veya yapmaktır. Yani insanlara davet ederken onların anlayabileceği, kavrayışlarına, durumlarına uygun şekilde davet etmek gerekmektedir. İnsan anlayışlarının üzerinde cümleler kurmak suretiyle davet etmek, onların bu daveti anlamamasına, anlatılan şeyin tasavvur edilmemesine yol açabilir. Köylü Mehmet amca ile üniversiteli tıp öğrencisi Burak’a veya ilahiyat fakülteli bir gence aynı tarz ve aynı cümleler ile meselelerin izah edilmesi anlaşılmamaya sebep olur. Hikmet ile uygun kişiye, uygun cümleler ile davet ulaştırılmalıdır. Toplumun her kesiminden kişilere davet ulaştırmak söz konusu olduğunda ise, anlatılan şeyin güzel bir şekilde, ilim üzere bilinmesi gerekmektedir.

Allah Teâla şöyle buyurmaktadır;


“De ki: "İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah'a davet ederiz. Allah'ın şanı yücedir. Ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim.”[7]

Basiret üzere davet etmek ise bilerek, ilim üzere, yakîn üzere davet etmek demektir. Yani davet edilen şeyin zan ya da ihtimal ile değil de kesin bir şekilde bilinmesi gerekmektedir. İlk cümle ile ilk itiraz ile zayıf düşen bir görüş ya da görüşün sahibi, zayıftır.

Bahsettiğimiz İslam olduğu için düşüncenin zayıf olması mümkün değildir. O takdirde düşüncenin sahibi yani davetçi davetinde zayıftır.

Davetçi davetinde yumuşak söz söylemeli ve yumuşak davranmalıdır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;


"Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar."[8]

Rabbimizin bu ayetteki bahsettiği kimse yeryüzünde azgınlaşmış, tağutlaşmış, yeryüzünü fesat etmiş olan Firavundur. Allah Teâlâ, ona giderken dahi peygamberlerine yumuşak konuşmayı emretmektedir. Günümüzde davetçiler ise bu konuda daha da yumuşak davranmalıdırlar. Karşılarındaki insanlara onların iyiliklerini istedikleri noktasında, onlara bir fikir vermelidirler. Bununla beraber günümüzdeki davet ulaştırılan insanlar, sistemli bir şekilde kandırılmış, önlerine atalar dini koyularak, bunun doğruluğuna inandırılmış, belamlar ile de sürekli bir şekilde asıldan uzaklaştırılarak detaylarda boğulmaya çalışan, okumadan, araştırmadan uzak, ayet ile hadisi dahi birbirinden ayırt edemeyen, Allah’ın kitabından yüz çevirmiş bir toplumdur. Böylesi bir topluma yumuşak bir şekilde daveti ulaştırmak gerekmektedir. Bu noktada ise ciddi bir şekilde sabır ortaya konulmalıdır.

Çünkü davet bir süreçtir. Belli bir plan ve program ile yapılmalıdır. Bu da sabır ve belli bir gayreti ortaya koymayı, insanlar ile dertleri ile ilgilenmeyi gerekli kılar. Davetçi niçin davet ettiğini unutmamalı, sabretmeli ve davet sürecini sürdürmelidir. Davetçi daveti Allah Teâlâ’nın kendi üzerine yüklediği sorumluluktan dolayı yerine getirmeye çalışmalıdır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;


“Hani onlardan bir topluluk demişti ki: "Siz, Allah'ın helâk edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye (boş yere) öğüt veriyorsunuz?" Onlar da, "Rabbinize bir mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar diye (öğüt veriyoruz)" demişlerdi.”[9]

Burada tebliğ ile davetin arasını ayırmakta gerekmektedir. Tebliğ bir insana kısa ve kısıtlı bir zaman içerisinde hakikati ulaştırmaktır. Davet ise insanları belli bir düzen içerisinde hakka çağırmaktır.
Davetçi olma noktasında dikkat etmemiz gereken şeyler olduğu gibi, davetimizi izah etme noktasında da dikkat etmemiz gereken hususlar elbette vardır.

İnsanları davet ederken ana ve asıl meselelerin üzerinden davet yapılmalıdır. Tevhide çağırmak, şirkten sakındırmak, Allah’ın kitabına, Resul’ünün sünnetine tabi olmak, sistem olarak şeriatın benimsenmesi gibi konulara insanlar davet edilmelidir. İzahı zor konuları açıp, detaylarda boğulmak bir davetçiyi amacından uzaklaştıracaktır. Detaylarda boğulmamak, önceliklerin iyi tespit edilip, buna uygun davet yapılmalıdır.

Davetçiler buna riayet etse bazen karşı taraf bunun aksi yönünde hareket ederek, asıl gayeden, anlatılması gerekenden uzaklaşıp, davetçiyi de uzaklaştırabilir. Böylesi zamanlarda dahi ana mesele etrafında konuşma, davet sürdürülmelidir. Çünkü ana meselelerin güzel bir şekilde anlaşılmasının neticesinde diğer güncele taalluk eden konular çok daha rahat anlaşılacaktır. Allah Teâlâ bu durumun örnekliğini, Musa (as) üzerinden Şuara süresinde bizlere anlatmaktadır. Musa  (as) Âlemlerin Rabbini anlatırken firavun defalarca sözünü kesmiş konuyu davetçi olan Musa’nın (as) üzerine çekmeye çalışmıştır. Ancak Musa (as) bu duruma hiç takılmadan, ana meseleden uzaklaşmadan anlatmaya devam etmiştir.

“Firavun, "Âlemlerin Rabbi de nedir?" dedi.”

Mûsâ, "O, göklerin ve yerin ve her ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer gerçekten inanırsanız bu böyledir."

“Firavun, etrafındakilere (alaycı bir ifade ile) "dinlemez misiniz?" dedi.”

“Mûsâ, "O, sizin de Rabbiniz, geçmiş atalarınızın da Rabbidir" dedi.”


“Firavun, "Bu size gönderilen peygamberiniz, şüphesiz delidir" dedi.

Mûsâ, "O, doğunun da batının da ve ikisi arasındaki her şeyin de Rabbidir. Eğer düşünüyorsanız bu, böyledir" dedi.”[10]


Bu bağlamda ortak söylemler üzerinden daveti sürdürmek gerekmektedir. Müslüman olduğunu iddia edip, kendisini İslam’a nispet eden her fert Kur’an’a tabi olmanın, şeriat ile yönetilmenin gerekliliği noktasında ön kabulü vardır. Bu takdirde bu hususlardan insanları davet etmek gerekmektedir. Yeni söylemler ya da insanların anlamayacağı yeni kavramlar geliştirilmemelidir. Sadece sakınılması gerekenlerin listesi verilerek insanlara davet ulaştırmak nebevi metoda uygun bir davet değildir.

Davet ederken önceliklerin güzel tespit edilmesi noktasında da hassas davranılmalıdır. Son söylenilmesi gereken bir konunun ilk önce zikredilmesi davet edilen kimse tarafından davetçiye kalınca bir duvarın örülmesine sebep olabilir. Bu yüzden son söylenilecek ya da son sırada izah edilecek bir konuyu baştan açmamak gerekir. Davet esnasında karşıdaki kişinin kutsal gördüğü, değer verdiği herhangi bir kişiye ya da bir eşyaya dil uzatmamak ya da o şeyi hunharca eleştirmemek gerekir. Bir davetçinin ana meselesi fikirlerdir, düşüncelerdir, sistemlerdir. Bunun böyle olduğu düşüncesinin özellikle karşı tarafa geçirilmesi gerekmektedir. Kişilerin, mekânların, falanca, filanca partinin, sağcı olanın ya da solcu olanının hiçbir farkının olmadığı, çünkü kişilere endeksli bir din anlayışının olmadığı güzelce açıklanmalıdır. Slogan ya da propaganda içerikli cümleler ile değil, ayet, hadisler ile hak ve hakikat anlatılmalı, davet edilmelidir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;


“Onların, Allah'ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah'a söverler.”[11]

Son olarak ‘Sadece Davet’ söyleminde bulunan, daveti kutsallaştırmak suretiyle şeriatın diğer esaslarına mesafe koyan ‘Tevhid Davetçilerine’ de şu noktanın özellikle belirtilmesi gerekir. En büyük davetçi olan peygamberimiz belli davet merhaleleri geçtikten sonra davetin bir başka ve son merhalesi olan Allah yolunda cihad ile hareket etmeye başlamıştır.

Rasulullah’tan (sav) daha iyi bir davetçi hayal edebiliyor musunuz?

O’ndan daha hikmetli, O’ndan daha iyi insan psikolojisinden anlayan, O’ndan daha iyi insanlara nasıl muamele edilmesi gerektiğini bilen birisi var mıdır?

Dahası Rasulullah (sav), Allah’ın kendisini desteklediği, yardım ettiği habibi, rasulü, elçisi olan bir kişiydi. Yeryüzünde dininin temsilcisiydi. Rasulullah’ın (sav) eliyle, davetiyle tüm dünyaya İslam hâkim olabilirdi. Ancak Allah Teâlâ’nın muradı bu değildi. Allah Teâlâ belli bir müddet sadece daveti emrettikten sonra davet ile birlikte cihadı emretmekteydi.

Dolayısıyla sadece davet, sadece cihad, sadece ilim demek, birisini kutsallaştırmak suretiyle diğerlerine mesafe koymak anlamına gelmektedir. Müslüman şeriatın tüm asıllarına ve şubelerine eşit mesafededir. Ancak bazen bazı asıllar ya da şubeler vacip olma noktasında bir diğerinin önüne geçebilir. Rasulullah (sav) davet etmiş, sonra Allah Teâlâ izin verince de hem davet edip, hem de cihad etmiştir. 

[1] (3/Ali İmran 104)
[2] (41/Fussilet 33)
[3] Buhari
[4] Müslim
[5]  (74/Müddessir 1-7)
[6]  (16/Nahl 125)
[7]  (12/Yusuf 108)
[8] (20/Taha 44)
[9]  (7/ Araf 164)
[10] (26/Şuara 23-28)
[11]  (6/ En’am 108)
Whatsapp Destek