Haset

Allah’a hamd, Rasulüne salat ve selam olsun.

Bizleri yeni bir sayıda tekrar bir araya getiren Rabbimize hamd olsun.

Bu ayki yazımızda Rabbimizin izniyle, haset konusunu ele almaya çalışacağız. Bu konu başlığını duyunca zihninizde birçok şey beliriyor olabilir. Kalp hastalıklarından bir hastalık olan hasedin tanımı, bu hastalığın sebebi ve tedavisini kısa da olsa izah etmeye çalışacağım.

Ancak bu konu başlığını tercih etmemde ki asıl gayem, müminlerin arasındaki ayrılıkların da asıl sebebinin bu hastalıktan kaynaklandığını düşünmemdir.

Özellikle tevhidi bilip öğrenmesi eskiye dayanan tecrübeli muvahhidler şöyle bir eskiye bakıp tefekkür edecek olurlar ise müminler arasında bir birlik ve ittifakın sağlanamamasının bununla birlikte ayrılıkların da olmasının temelinde yatan sebebin bu olduğunu fark edeceklerdir.

Müminlerin birlik olamamalarının birçok sebebini zikredebiliriz. Kimi insanlar tağutların otoritesini zikredebilir, kimileri bu birliği sağlayacak ehil bir kanaat önderinin olmamasını zikredebilir.
Ancak müminlerin kalplerinde taşımış oldukları haset ise kendilerinden kaynaklı bu ittifakın ve birliğin önündeki en büyük engeldir. Evet, dış etkenler bunun için bir problemdir. Ancak müminler için düşünülmesi gereken içten kaynaklı etkenlerdir. Çünkü müminlere düşen şey kendilerinden kaynaklı olanı tedavi etmek ve ortadan kaldırmaktır.

İnsan, bir hastalığı tedavi edebilmek için öncelikle bu hastalığı bilmeli, bu hastalığında kendisine zarar verdiğini bilmelidir.
Haset hastalığı; Müslümanların ihtilaflarını körükleyici bir hastalıktır. Birliklerinin ise önündeki büyük engellerden bir engeldir.

Bir anlaşmazlık ya da ihtilaf, müminler arasında baş gösterdiğinde bu hastalığın temeline indiğinizde bunun sebebinin çekememezlik duygusu olduğu belli bir süre sonra anlaşılmaktadır. Aslında bu hastalık tedavi edilmediğinde ise müminlerin fikrî ve bedensel ayrılıkları artmakta, herkesin kendisi tarafından kendi dünyası kurulmak istenmektedir.

Haset tanım olarak başkasının sahip olduğu maddî veya mânevî imkânların kendisine intikal etmesi veya kıskanılan kişinin bu imkânlardan mahrum kalması yönündeki istek ve niyettir.

Bazı lûgat alimleri sadece kalpte var olan bir istek ve niyet olarak tanımlasa da bazıları ise o niyetin gereği olarak fiili bir eylemi, girişimi de tanımın kapsamına dahil etmişlerdir.

İnsanlar, başkalarına verilen nimetler karşısında üç grupturlar.

Birinci grup; O nimetin o kimsede olmamasını temenni edenler ve isteyenlerdir. Buna haset denilir.

İkinci grup; O nimetin o kimsede kalmasıyla birlikte kendisine de aynısının verilmesini temenni edenlerdir. Buna ise gıpta denilir.

Üçüncü grup ise; İkinci gruba ek olarak o nimete sahip olmak için amel ortaya koymaya, bu temenni ile amelin bir araya gelmesine çalışanlardır. Buna ise hayırda yarışmak denilebilir. İşte insanların başkasına verilen nimetler karşısındaki durum ve vasıfları bundan ibarettir.

Haram olan haset, başkasının meşrû yoldan sahip olduğu bir imkândan dolayı insanın kıskançlık duygusunun etkisine kapılarak kendisine bir yararı olmasa bile o nimetin elden çıkmasını istemesidir.

Bu günah, yerin ve göğün ilk günahıdır. İblis Âdem’e (as) haset etmiştir. Ve bu sebeple Rabbine itaatsizlik etmiştir. Yeryüzünde ise Âdem’in (as) oğullarından Kabil, Habil’e haset etmiş ve ilk kanı dökmüştür.

“Andolsun, sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, "Âdem’e secde edin" dedik. İblis'ten başka hepsi saygı ile eğildiler. O, saygı ile eğilenlerden olmadı.
Allah, "Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten ne alıkoydu?" dedi. (O da) "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın" dedi.”[1]


“(Ey Muhammed!) Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, "Andolsun seni mutlaka öldüreceğim" demişti. Öteki, "Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder" demişti.”[2]

Her iki olay da hasedin bir neticesidir. Burada dikkat çekilmesi gereken hususlardan birisi de haset etmeden önce ise her iki olaydaki hasetçiler kendilerince bir doğru ortaya koymuşlardır. Ancak kendi açılarından inandıkları doğrunun arkasından ise yanlış yapmışlardır. Örneğin İblis, kendisinin ateşten, Âdem’in (as) ise topraktan yaratıldığını söylemiştir. Burası doğrudur. Ancak bundan sonraki cümlesi ‘Ben O’ndan daha hayırlıyım.’ yanlıştır. Çünkü onun nezdinde sahip oldukları başka birisinin sahip olduğundan daha fazla üstünlüğü hak etmektedir. Beni ateşten onu topraktan yarattın demesi asıl itibariyle doğrudur, ama haset etmeye sebep değildir.

Yine Kur’an’ın bize anlattığı bir kıssa da Yusuf’un (as) kıssasıdır. Bu kıssada da yine kardeşlerinin Yusuf’a düşmanlık etmesinin temelinde yatan sebep kıskançlık ve haset hastalığıdır. Bu sebeple kendisine düşmanlık ettiler ve kuyuya attılar.

“Kardeşleri dediler ki: "Biz güçlü bir topluluk olduğumuz hâlde, Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Doğrusu babamız açık bir yanılgı içindedir.”

“Yusuf'u öldürün veya onu bir yere atın ki babanız sadece size yönelsin. Ondan sonra (tevbe edip) salih kimseler olursunuz.”[3]


Hasedin menşei, insanın kendini diğer insanlardan daha üstün görmesidir. Haset gizli bir hastalıktır. İnsan bu hastalığa yakalandığının farkına varamayabilir. Haset her yerde, her insanda olabilir. Bir işte ortak olan iki arkadaş arasında da iki ilim talebesi arasında da olabilir. Bir fabrika da çalışan iki ustabaşı arasında da olabilir. İnsan kendini tedavi etmediğinde bu hastalığın dünyalık işlerde de ahiret eksenli işlerde de kendini göstermesi mümkündür. Bir kafirden bu hastalığın sadır olması ya da dünyalık bir hususta var olması belki sahibi açısından önemsenecek bir husus değildir. Ancak bir müminin kalbinde bu hastalık var olacak olursa işte o zaman ister dünyalık bir mesele de olsun, isterse ahiretlik bir mesele de olsun O mümini bu haslet helak edecektir. Tüm amellerinin boşa gitmesine dahi bu hastalık sebep olabilir.
Nitekim Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır;

“Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah"ın kulları, kardeş olun. Bir Müslüman"ın din kardeşiyle üç günden fazla küs durması helâl olmaz!”[4]

Amelleri yiyip bitirmesiyle alakalı ise Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır;

“Hasetten sakının. Çünkü ateşin odunu yakıp tükettiği gibi haset de iyi amelleri yakar, bitirir.”[5]

Bizim yazımıza konu olan kısmı ise müminlerin birliğine engel olan tarafıdır. Aslında bizler bununla ilk karşılasan nesil ya da insanlar değiliz. Bizden önceki insanlar arasında da bu hastalık vuku bulmuştur. Bir şahıs için düşünüldüğünde bu hastalık sadece o kişinin kendisini ilgilendirecektir. Ancak eğer toplumsal bir hastalığa dönüşmüş ise ya da kanaat önderleri bu hastalığa yakalanmışlar ise bu takdirde bu hastalık müminlerin birliklerinin önüne engel olarak çıkmaktadır. Bu satırlardan belki bir yanlış anlayış ortaya çıkabilir. Müslümanların birliklerinin önlerindeki tek engel hasettir. İfade etmeye çalıştığım şey bu değildir. Haset müminlerin birliklerinin önündeki engellerden bir engeldir. Bununla birlikte birleşmeleri mümkün değil ise bile müminlerin birbirlerinin aleyhinde olmamaları noktasında bir etkendir. Müminler birbirleriyle her noktada anlaşamayabilirler. Bir araya da gelemeyebilirler, ancak haset duygusu onların ayrılıklarını artırmada, birbirlerine karşı sui zan beslemede, kendi güç ve kuvvetlerini birbirlerine harcama noktasında, enerjilerini daha öncelikliye harcamama noktasında son derece güçlü bir etkendir.
İnsanlar, yapılar asıl görevlerini unutarak, birbirleri ile sürekli bir çekişme haline bürünmektedirler. Normal şartlarda dünyalık bir iş hakkında rekabet kaliteyi getirir. Rekabetin olması için ise birden fazla insanın ve yapının olması gerekir. Ancak Müslümanların birliği hakkında fazlalık ve rekabet ayrışmayı beraberinde getirmektedir. Her bir yapı ya da her bir Müslüman kendisi dışındaki herkesi son derece eleştirmekte, aleyhinde, hakkında bilmediği şeyleri bile konuşmak suretiyle fitneye ve kötülüğe hizmet etmektedir. Eleştirinin bir insana veya yapıya katkı sunması gerekirken haddinden fazla gereksiz ve mesnetsiz eleştiri muhatabı tarafından da kabul görmemektedir. 

Ve bu mesnetsiz ve hadsiz eleştirilerin temeline bakıldığında, bizler haset hastalığının olduğunun farkına varmaktayız. Çünkü bazen eleştiri bir yapıya veya insana öylesine alakasız bir köşeden geliyor ki insan hasetten başka hiçbir husus ile bu durumu izah edemez hale geliyor.

İnsanlar, eleştirirken yapılan işleri basitleştirerek bunu
yapmaktadırlar. İslam anlayışı aksiyonelliğini kaybettiğinden hareket halinde bulunanlar sürekli olarak eleştirilmektedir. Çünkü insanlar da ‘yapılabilseydi ben yapardım.’ psikolojisi bulunmaktadır. Kendisi yapmadığından, yapamadığından ise yapanların ortaya koydukları az ya da çok olan çalışmayı küçümseyerek kirletmeye çalışmaktadırlar. 

Birisini ya da bir yapıyı eleştirmek, İslami hareket adına haddi olmayarak söz söylemek, var olmayan şeyleri insanlara ve yapılara yakıştırmak, insana yapılmak istenen ama yapılamayan işe dâhil olmuş gibi hissettirmektedir. İşte bu insandaki var olan haset ve kıskançlık duygusunun insanı yönlendirmesidir.

Çünkü hayır ve ıslah isteyenler eleştiriyi öncelikle muhatabına yönlendirirler. Bununla birlikte hiçbir şey yapmadıklarını da göz önünde bulundurarak söz söyleme noktasında hayâlı davranmayı tercih ederler. Ancak durmadan oturarak eleştiri yapanların bunun kıskançlık duygusu ile yaptıklarından korkulur.

Şu ayeti dikkatle okursak izah etmeye çalıştığım konuyu biraz daha somutlaştırabiliriz.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Şüphesiz Allah katında din İslâm'dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.”[6]

Burada بَغْيًا بَيْنَهُمْ ifadesi ciddi anlamda önemlidir. Kendilerine kitap ve ilim verilmiş olmasına rağmen ihtilafları ve ayrılıkları artmaktadır. Sebebi ise birbirlerine olan kıskançlık ve hasetleridir. İlim ile birliktelik ve cem olma artması gerekirken, ayrılıklar artmaktadır.

Subhanallah! Bu durum günümüze nasıl da benzemektedir. Belki bundan yirmi yıl öncesine nazaran Tevhid ehli camia içerisinde daha fazla ilim talebesi, daha fazla davetçi, medrese ve davet imkânı var. Eskiye kıyasla daha fazla kitap basılmakta, daha fazla neşriyat çıkmaktadır. Ancak bu olanlar ihtilaflaşmayı, fırkalaşmayı ve anlaşmazlıkları artırmaktadır. Herkes müminlerin birlik ve beraberlikleri söz konusu olunca ya da kardeşlik denilince saatlerce konuşabilir. Hatta ümmetin en cahili sayılan insanlar bile bu konularda dakikalarca konuşabilir. Yani ayrılık sebebi ya da ayrışma ilimsizlikten kaynaklanmamaktadır.

Herkesin bir akide ve yöntem anlayışı ortaya çıkmış ve herkes kendi köşesinden din adına dertlendiğini söylemektedir. Aslında herkesin kendi köşesinde bir hareket halinde olması -her ne kadar istenilen bir durum değil ise bile- problem değildir. Problem olan şey herkesin kendi köşesinden bir diğerini başarısız kılma isteği ve gayretidir.

Seyyid Kutub (rahimehullah) yukarıdaki ayetin tefsirinde şunları söylemektedir; “’...Kitap verilenler, kendilerine bilgi geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden anlaşmazlığa düştüler.’ Bu, işin gerçek yüzünü bilmemekten kaynaklanan bir anlaşmazlık değildir. Çünkü Allah'ın birliğini, uluhiyetin tekliğini, insanın yapısını ve kulluk gerçeğini bildiren kesin ilim onlara gelmiş bulunmaktadır.

Onlar ancak "aralarındaki azgınlıktan", taşkınlıktan ve zulümden dolayı ayrılığa düşmekteydiler. Zira Allah'ın kitaplarının, yasalarının ve belirlediği inanç sisteminin kapsadığı doğruluk ve adaletten ayrılmış bulunmakta idiler.

Surenin girişinde, siyasal akımların, bu mezhebî ayrılıkları nasıl körüklediğini görmüştük. Burada gördüklerimiz Yahudilik ve Hristiyanlık tarihi boyunca zaman zaman tekrar sahnelenen olaylardan yalnız bir örnektir. Mısır, Şam ve bu iki ülkeye bağlı bulunan yörelerin Roma idaresine karşı olduklarından Roma'nın resmî mezhebini nasıl reddettiklerini ve başka bir mezhebe bağlandıklarını da görmüştük! Aynı şekilde bir Roma imparatoru olan Herakliyus'un kendi ülkesinin parçalarını birleştirme çabaları da orta yolu arayan bir mezhebin doğuşuna neden olmuştu. İmparator bununla bütün amaçlarına ulaşacağını sanıyordu! Sanki inanç, siyasal ve ulusal manevralarda kullanılabilecek bir oyuncaktı! İşte bu tutum, azgınlığın en çirkin biçimiyle taşkınlığın ta kendisidir. Hem de kasıtlı ve bilinçli azgınlık!”[7]

Bizden öncekilerin başlarına hasetten dolayı gelen şeyin bizlerin başına gelmesi de mümkündür.

Hiçbir insan haset ya da kıskançlık ederken bunu yaptığını ifade ederek bu işe elbette girişmez. Gizli bir hastalık olmasından da kaynaklı olarak, farklı şekillerde ortaya çıkabilir.

Örneğin bir insan ya da bir yapı kendisinin dışındakileri sürekli başarısız kabul ediyor ise, yaptıkları her işi boşa çıkarma gayretinde ise haset etme ihtimali söz konusudur. Bir iş yapıldıktan sonra sürekli olarak kendisine sorulma ihtimalini tekrarlıyor ise, aşırı şekilde her olaya haddinden fazla eleştiriyor ise haset etme ihtimali vardır.

Sürekli yapıların ve insanların dedikodusunu, gıybetini yapıyor ise yine bu hastalığa yakalanma ihtimalinden bahsedebiliriz. Yine muhataplarına karşı aşırı rekabetçi yaklaşıyor, sürekli kıyaslamalarda bulunuyor ise bu hastalık söz konusu olabilir.

Hasedin Tehlikesi

Cismi hastalıklar insanın ölümü ile son bulur. Ancak nefsi hastalıkların neticesi ölümden sonra başlar. İnsan kalp, tansiyon, şeker hastalığına yakalansa ya da daha ileri seviyede bir bedensel rahatsızlığa yakalansa kişi öldüğü an tüm hastalıklarından kurtulur. Ancak kişi nefsi ve manevi bir hastalığa yakalansa bunu yaşıyorken tedavi etmediğinde öldükten sonra onların karşılığını bulur. Kibir, kendini beğenme, haset vb. hastalıklar. Ölümden sonra kurtulması değil yakalanması söz konusudur.

Haset öyle bir hastalık ki tedavi edilmediğinde insanı imanından dahi edebilir. Aslında Kur’an da bize kâfirlerin tepkilerin anlatıldığı ayetlere baktığımızda kâfirlerin Allah’ın peygamberlerine inanmama sebeplerinin altında yatan duygulardan birisinin haset duygusu olduğunu anlarız. Kâfirler kendilerine gönderilen peygamberlerin nübüvvete layık olmadıklarını düşünüyorlardı. Kendileri gibi makam, mevki sahibi insanlardan ve zenginler içinden olması gerektiğini iddia ediyorlardı. Bu inkârın temeli, kıskançlık ve hasettir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır;  

“Bu Kur'an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!" dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.”[8]

Yine peygamberimizin zamanında Yahudilerin beklediği bir peygamber olmasına rağmen peygamber gelmesi ile birlikte iman etmemelerinin altında da yine haset duygusu vardı. Dolayısıyla haset duygusu insanı iman ettirmediği gibi, imandan sonra ayağını dahi kaydırabilir. Haset sahibi insan kıskançlığı sebebiyle, iman ettikten sonra sahip olduğu hidayetten dahi mahrum kalabilir.
Bu konu hakkında ise Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Kitap ehlinden birçoğu, hak kendilerine belirdikten sonra dahi, içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Siz şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, gücü her şeye hakkıyla yetendir.”[9]

Yine hasedin insana getireceği tehlikelerden birisi de aslında insanın Allah tarafından herkese takdir edilene razı olmamasıdır. Yani haset hastalığı insanı dolaylı olarak kadere itiraza götürebilir. Çünkü aslında insan başka bir insana verilen nimetin zevalini talep ederken, o nimetin asıl sahibinin ya da asıl takdir edicisinin Allah olduğunu unutmuş olmaktadır. İnsanlara zenginliği, fakirliği, genişliği, darlığı, sahip oldukları makamları, kazandıkları teveccühü takdir eden ve veren Allah Teâlâ’dır. İnsan karşısındaki muhatabını verilen bu nimete layık görmez iken aslında Allah’ın kaderine rıza göstermemiş olur.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.”[10]

İnsan şunu bilmelidir ki; haset ettiğinde, arkadaşından bir nimetin zevalini istediğinde, Allah yolunda gayret eden bir topluluğun ayağının tökezlemesini beklediğinde kaderden gaflettedir. Çünkü bir topluluğu bir ya da birçok hayra muvaffak kılan da Allah’tır. Bir insandan ya da bir gruptan sahip olduklarını çekip alacak olanda Allah’tır.

İnsan, tüm mahlûkat hakkındaki takdirin daha insan cenin haline gelmezden önce takdir edildiğini de aklından çıkarmamalıdır. Aslında birçok mümin yukarıdaki satırlarda ifade etmeye çalıştığımız hususları itiraf eder. Ancak bunun gereği olan şey Allah’ın hem kişinin kendisi hakkında hem de başkaları hakkındaki ilim, amel, mal, hüküm yönünden taksimatlarına razı olması ve haset etmemesidir.

Efendimiz uzun bir hadisin son kısmında şöyle buyurmaktadır;

“…Kalemler kaldırılmış. Sayfalar kurutulmuştur…”[11]

Hasedin Sebepleri

İnsanın haset sahibi olmasının bazı sebepleri vardır. İnsan ihtilaflarda, düşmanlıkta aşırıya gittiğinde muhataplarını kıskanır ve onlara haset eder. Sıradan bir ihtilaf insanı hasetçi bir birey haline dönüştürebilir. Bazı durumlarda bir insanın sürekli olarak haklı çıkması dahi muhatapları tarafından kıskanılabilir.
Kişinin kin beslemesi, muhatabına kin gütmesi de hasede sebeptir. Bir insan muhatabına sinirlendiğinde, ona öfke ve nefret duyguları beslediğinde muhatabının sahip olduğu nimetlerin zevalini talep etmesi de ona mübah gelmektedir.

Yine aynı şekilde insanlar arasındaki üstünlük duygusu, kibir, böbürlenme, ulaşılmak istenen şeylerden mahrum kalma korkusu, insanı hasetçi bir birey yapabilir. İnsan bazı durumlarda yeni şeylere sahip olmak için bu duygu içerisine girerken bazen ise elde ettiklerini kaybetmeme adına hasetçi davranarak, kendisi dışındaki muhataplarının tamamının çabalarını boşa çıkarma gayretinde olabilir. Örneğin makam ve mevki tutkusu, insanı hasede sürükleyebilir.

Bahsettiğimiz gibi bazen makamı elde etmiştir. Bu sahip olduklarını korumak için, başkalarına haset eder ve onları diline dolar. Bazen ise muhatabının elde etmiş olduğu makamın kendisine verilmesini temenni eder ve kıskanır.

Bazen hasedin sebebi çok daha basit bir şey de olabilir. İnsanda değer görme ve kale alınma isteği vardır. Her insan kendisinin değer görmesini, varsayılmasını ister. Bir çocuk, yaşı henüz büyük sayılmayacak yaştaki bir genç dahi kendisinin muhatap alınmasını ister. Genelde bu yaşlarda insanlar tarafından var sayılan bir genç asla bunu unutmaz. Asıl itibariyle bu duygu tüm insanlar için geçerlidir. Ve onun dışındaki insanlar tarafından bu yerine getirilmediğinde psikolojik birtakım takıntılara ve kalbi hastalıklara kapılabilir.   Örneğin yaşı büyük olmasına rağmen, davada eski ve tecrübeli olmasına rağmen kendisine müracaat edilmiyor ise insandaki haset duygusu ortaya bir anda çıkabilir.

Haset duygusunun oluşması ve güçlenmesinde, kişinin kendini başkalarından daha aşağı seviyede görmesinden doğan kompleksin büyük etkisi vardır.

Hasedin Tedavisi

Haset hastalığının ilim ve amelle tedavi edilebileceği belirtilir.
İlim sayesinde kişi bu duygunun mahiyeti, sebepleri ve zararları hakkında bilgi edinir. Amelle de haset duygusuna yol açan sebeplerin aksi istikametindeki davranışlara kendini zorlayarak kıskançlık eğilimlerini ortadan kaldırır veya hafifletir ya da bu eğilimlerin baskısından kurtulma imkânına kavuşur.

Bu hastalığa yakalanacak olursak bir kardeşimizde bir hayır görürsek bereket ve hayır duası edeceğiz. Gıpta edilmesi mümkün ise gıpta edeceğiz. Kendisinden nimetin zail olmasını istemeksizin kendimize de verilmesi için dua edeceğiz.

Şunu aklımızdan çıkarmamak zorundayız. Haset etmeyen insan mutlu bir insandır. Allah’ın kendisine verdikleri ile gönül rızasını birleştirerek Rabbine boyun eğmeye çalışandır.

Kendisine haset edildiğini zanneden kişi ve yapılar ise aldırış etmeksizin, samimi ve ihlaslı bir şekilde Allah yolunda çabalamanın derdinde olmalıdır. Haset edildiğini düşünen insan da bir başka hataya düşerek bunları konuşmamalıdır. Çünkü derdi davası olan bir insan kendisi dışındaki olaylara karşı umursamaz kesilmelidir.
Bir söz ile ifade edecek olursak; “Davasında dalgıç olan umuma karşı dalgındır.”

Kişi işini yapacak, işini Allah’a bırakacak ve Allah’a yönelerek, O’nu zikrederek gayret edecek. Ve şunu da unutmayacak ki muvaffak olduğu tüm hayırlar Allah’ın kendisine vermiş olduğu bir nimettir. 
Bunun nimet olduğunu anladığı zaman ise herkesin önünde, ulaştığı her nimeti anmamalıdır. Kula verilen özel nimetlerin kalbi hastalıklı olan insanlar yanında anılmaması hem kendini hem muhataplarını korumak için daha iyi olacaktır. Kendine verilen özel nimetleri sayıp döktüğünde kendini beğenme, övünme gibi hastalıklar kişinin kendisinden, kıskançlık ve haset gibi hastalıklar ise muhatabından sadır olabilir.

Bir Detay

Bazı kötü niyetli kişilerin elde edecekleri imkânlarla fitne ve fesat çıkarmak gibi zararlı faaliyetlerde bulunmasından kaygı duyulduğu için bunların o imkânlardan mahrum kalmasını arzulamakta ise bir sakınca yoktur.

İnsanlar eğer bir imkân elde ettiklerinde insanları bir felakete ya da ifsada sürükleyecekler ise onun o nimeti elde etmemesini istemek haset değildir.

Örneğin bir davetçi ya da ilim talebesi düşünün, bu insan olgunlaşmadan önce bazı makam ve rütbeleri elde etmiş. Ancak henüz fikrî ve kalbî olgunluğa ulaşmamış. Bu insanın müminler arasında olgunluğa ulaşmadan Müslümanlar içerisinde bir yer edinmesini istememek haset değildir. Bu durum Müslümanların genelinin maslahatını düşünmektir. Tabi elbette bu husus çok ince bir çizgidir. Zaten haset hastalığının çok gizli bir hastalık olduğunu ifade etmiştik. Bu durum ile birleşince çok daha hassas olmak gerekmektedir.

Son olarak bir hadis ile konumu sonlandırmak istiyorum.

Enes bin Malik’ten (ra) rivayet edildiğine göre O şöyle demiştir;
Rasulullah (sav) ile beraber oturuyorduk, buyurdu ki;
“Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.” Bir de baktık ki ensardan, abdest suyu sakalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline asmış bir adam çıkageldi. Ertesi gün olunca Rasulullah (sav) yine evvelki gibi söyledi. Bu adam yine önceki gibi çıkageldi. Üçüncü gün olunca Rasulullah (sav) yine aynı sözü tekrar etti ve yine aynı adam ilk haliyle geldi. Rasulullah (sav) kalkınca Abdullah bin Amr (ranh) o adamı takip etti ve ona;

“Ben babamla münâkaşa ettim, üç gün onun yanına gitmeyeceğime yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misafir eder misin?” dedi. Adam da kabul etti. Daha sonra olanları, Abdullah bin Amr (ranh) şöyle anlattı;

“Üç geceyi onunla bir arada geçirdim. Fakat gece boyunca uzun uzun ibadet ettiğini görmedim. Ancak fecre kadar zaman zaman uyanıp zikretti ve tekbir getirdi. Onun hayırdan başka bir şey söylediğini de işitmedim. Üç gün geçince sanki onun amelini küçümser gibi oldum ve dedim ki; “Ey Allâh’ın kulu! Babamla aramda bir ihtilâf yoktur. Fakat Rasulullah’ın (sav), senin için üç kere; “Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.” buyurduğunu işittim. Üç defa da sen çıkageldin. Ne gibi ameller işlediğini öğrenmek için senin yanında kalmak ve seni örnek almak istedim. Fakat senin büyük bir amel işlediğini de görmedim. Seni Rasulullâh’ın söylediği mertebeye ulaştıran amel nedir?”
O kişi de “Şu gördüğünden başkası değildir.” dedi.
Fakat ben ayrılmak için döndüğümde ardımdan seslenerek dedi ki;
“Evet, benim amelim, senin gördüğünden başkası değildir. Ancak ben Müslümanlardan hiç kimseye karşı kalbimde en ufak bir kin tutmam ve Allah’ın verdiği herhangi bir nimet ve hayırdan dolayı da kimseye asla haset etmem.”

Bunun üzerine; “İşte seni o dereceye ulaştıran bu hâlindir.” dedim.”[12]

Rabbim bizleri haset hastalığına yakalanmaktan da hasetçilerin hasedinden de muhafaza etsin. Allahumme Âmin…





 
 
[1] (7/ Araf 11-12)
[2] (5/ Maide 27)
[3] (12/ Yusuf 8-9)
[4] (Buhari)
[5] (Ebu Davud)
[6] (3/ Ali İmran 19)
[7] Fi Zilal’il Kur’an
[8] (43/ Zuhruf 31-32)
[9] (2/ Bakara 109)
[10] (3/ Ali İmran 26)
[11] (Tirmizi)
[12] (Ahmed bin Hanbel)
Whatsapp Destek