Huşu Duymayan Kalp | Burak Gültepe

Elhamdu lillahi Rabbil âlemin, vessalatu vesselâmu âla Rasûlinâ Muhammedin ve âla âlihî ve sahbihî ecma’în.
Emma ba’d. (Asıl konumuza gelirsek)

Bu ay ki hadisimiz:

Zeyd b. Erkam (ra) rivayet ettiğine göre Nebi (asv) şöyle buyurdu:

“Allah’ım! Huşû duymayan kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen ilimden ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım.”[1]

Şerh:

Bu hadis cevâmiu’l kelim’dir. Yani birçok manayı içinde toplayan veciz sözleri ifade etmektedir. Özlü sözler demek de uygundur. Bu konuyla ilgili hadisler mevcuttur:

“Ben cevâmiu’l-kelim ile gönderildim”[2]

“Bana cevâmiu’l-kelim verildi”[3]

Bu hadiste geçen cevâmiu’l kelim’in kimi âlimler ‘Kur’an’ olduğunu söylemişlerdir. Zira Rasulullah’ın (sav) ilk tebliğ döneminde ayetleri okuduğunda, cahiliye şairleri Kur’an’ın nazmının güzelliği ve icazı karşısında hayran kalmaktan başka bir şey yapamamışlardır. Rasulullah (sav)’e nice dünyalıklar teklif etmişler, ‘gel başımıza lider ol’ demişler, ‘seni en zengin yapalım’ demişler ama ayetlerden bir ayetin benzerini yapmaya güç yetirememişlerdir.

Cevâmiu’l Kelim’in hadis olduğunu da savunan âlimler de vardır. Rasulullah (sav) ovalarda, köylerde yetişen biri olarak kavminin içinde en fâsih Arapça konuşanıydı. Bunun üzerine bir de vahyin nuru ile aydınlanan bir gönülden sadır olan sözlerin muhtevası da zengin olmaktaydı. Şu bir gerçek ki hem Kur’an hem sünnette, bir söz ile birçok mananın kastedildiği çok fazla örnek görülecektir. Dolayısıyla cevâmiu’l-kelim, hem Kur’an hem sünnettin ortak özelliğidir demek daha doğru olacaktır.

Dört olumsuz şeyden Allah’a sığınmayı ifade eden bu hadis, karşılığında şu dört olumlu talebi de zımnen içermektedir: Faydalı ilim/bilgi, huşû duyan kalp, makbul dua ve kanaat eden nefis.

1) HUŞU DUYMAYAN KALP

Huşû, bir Müslümanın tam bir samimiyetle Allah’a bağlılığını, O’na gönülden teslimiyetini ifade eden bir kavramdır.

"Onlar namazlarında huşû içindedirler." [4]

Huşû, sükûnet, hareketsizlik, kısılma ve dinme gibi anlamlara gelir. Namazda huşu, kalpte var olan mutmainlik, huzur, sükûnet ve Allah’ın (cc) huzurunda olma şuurunun; bedene saygı, hareketsizlik ve edep olarak yansımasıdır. Baş eğmek, boyun bükmek, bakışları aşağı çevirip sesi alçaltmaktır.

Huşû, namazda kalbin ve bedenin Allah’a (cc) karşı edeple süslenmesidir. Niyetin samimi olmasıdır. Namazın kişiyi kötülükten alıkoyması, sabrını arttırması, bencillik ve cimrilikten alıkoyması ve günahları gidermesi huşuyla kılınan namaz için söz konusudur.

Yüce Allah, dış dünya ile bağlarını koparıp ruh ve bedenleriyle kendisine yönelen müminlerin halini bildirmektedir. Allah Rasûlü, bu teslimiyeti ve bağlılığı göstermeyen, gösteremeyen kalplerden Allah’a sığınmaktadır. Zira kalp komutandır. Komutan düzgün olmazsa askerler de düzgün olmaz. Dolayısıyla kalbimiz takva ve huşû ile dolu olmazsa salih ameller bizde meydana gelmez.

“Bir mümin güzelce abdest alır, sonra da başından sonuna kadar kalp-beden âhengi içinde tam bir huzur ve huşû ile iki rekât namaz kılarsa cennet ona vâcip olur.” [5]

Çoğu insan, yani namaz kılan kimse, namazda bu kıvamı yakalayamamaktadır. Namazda Allah’ın huzurunda olduğunun hissini sürekli unutmaktadır. İşte gerçekten huşû ile kılınan namazın karşılığı ancak cennettir.

Ümmü Ruman (ra) şöyle anlatır: “Namazımda sallanıyordum. Ebû Bekir (ra) gördü, beni öyle bir azarladı ki az daha namazdan çıkacaktım. Sonra da Resûlullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu işittiğini söyledi: "Biriniz namaza durduğunda her tarafı sakin olsun, Yahudiler gibi sallanmasın. Zira namazda azaların sükûneti namazın tamamındandır.” [6]

Elçiler gibi olun!

“Onun duasına icabet ettik, kendisine Yahya'yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi.” [7]

O elçiler gibi olmamız bizden isteniyor. Onlar ki; rahmet, mağfiret ve cennetini umarak; azabından ve gazabından korkarak, ümitle korku dengesi içinde Allah’a devamlı dua ve niyâz halinde idiler.

Cenâb-ı Hakk’a karşı büyük bir huşû, korku ve saygı içinde bulunuyorlardı. Huşû, kalpte derinleşmiş korku demektir. Huşû duyan kişi, günahtan korktuğu için, yaptığı işlere, her türlü hal ve hareketlerine dikkat eder.

Huşu duymayan kalp, Allah’ın huzurunda olduğu bilincini yitirmiş, O’na karşı saygı ve tevazu göstermeyen, kendini O’ndan bağımsız ve müstağni zanneden, O’nun emir ve yasaklarına riayet etmeyen, O’ndan başka ilahlar tanıyan, O’na isyan eden, O’na şirk koşan bir kalptir. Huşu duymayan kalp, Allah’ın rahmetinden uzaklaşmış, kalbi mühürlenmiş, kalbi katılaşmış, kalbi hastalanmış, kalbi kararmış, kalbi ölmüş bir kalptir. Huşu duymayan kalp, Allah’ın rızasını kazanamaz, O’nun affına eremez, O’nun cennetine giremez.

2) DOYMAYAN NEFİS

Nebi (as), doymayan nefisten de Allah’a sığınmıştır. Çünkü nefis, onun ifadesiyle "iki vadi dolusu malı olduğu halde üçüncüsünü isteyen" bir hırsa sahiptir.[8] Çünkü nefis, insanı kötülüğe yönlendirme potansiyelini taşımaktadır.[9] Nefsinin dizginini eline alamayan insan her türlü tehlikeye açık durumdadır. Zira nefsi doyurmak kolay değildir. O, ya Rabbine yönelerek tatmin olacak[10]  ya da karnını ancak toprak doyuracaktır.[11]

“Mal-servet biriktirip yığmayı da çok seviyorsunuz.” [12]

Fakiri, yoksulu, yâni muhtaçları yedirip doyurmaya, ihtiyaçlarını karşılamaya teşvik etmezler. Kendileri bu işi yapmadıkları gibi, başkalarını da yönlendirmezler. Aksine ondan kaçınır, birbirlerini bunu yapmaktan nefret ettirirler.

Bu dünyanın serveti alçaktır, küçücük bir sıkıntınızı bile gideremez!

Hârûn er-Reşîd'in elinde bir yudumluk su var iken İbnu-s Semmâk'a "Bana nasihatte bulun" dediği rivâyet edilmiştir. İbnu-s Semmåk ona dedi ki; "Ey Mü'minler'in emiri! Düşün ki, şu bir yudum suyu içmekten mahrum bırakılsan, onu elde etmek için mülkünü feda eder miydin?"

Dedi ki, "Evet!"

Yine der ki; "Ey Mü'minler'in emîri! Peki (onu içtikten sonra, idrar yoluyla) dışarıya atılmasından mahrum bırakılsan? Bunun için mülkünü feda eder miydin?"

Dedi ki; "Evet!"

İbnu-s Semmâk der ki; "Öyleyse ne bir yudum su, ne de bir idrar hâceti kadar değeri olmayan bir (mülkte) hayır yoktur!"[13]

O halde, sağlığının, zamanın ve imanının kıymeti bil. Şu üç şey elinde iken salih amellerini çoğaltmaya çalış, malını değil…

İnsanoğlu hırslı yaratılmıştır. Parayı, makamı ve çıkarı aşırı derece de sever. Altını, gümüşü, kadınları, oğulları, atları arabaları seven bir nefis vardır ki, bunu dizginlememiz istenmektedir. Rabbimiz şöyle buyurur;

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüş (paraya), salma güzel atlara (lüks arabalara), hayvanlara ve ekinlere (bahçelere, bağlara) duyulan şehvetli tutku insanlara ’süslü ve çekici’ kılındı. (Oysa) Bunlar, (fani) dünya hayatının (geçim) metaıdır. Asıl varılacak güzel yer ise Allah katındadır.”[14]

İnsan, gece gündüz çalışıp da kazandığı malının ne için olduğunu bir düşünmeli! Bu malı niçin kazanıyorsun, kime kazanıyorsun! Öldükten sonra işine mi yarayacak? Sence çocukların o maldan istifade mi edecek yoksa o mal yüzünden birbirlerine girecekler ve küsecekler mi…? Genelde kalan miras yüzünden çocukların birbirlerine düştükleri, tartıştıkları görülmüştür.

Servet sahibi yaşlanmış nice kimseler, hâlâ dünya malını arttırmak için çok çalıştıkları görülmektedir. Bu konuda Nebi (as.) şöyle buyurur;

"Âdemoğlunun bir vadi dolusu malı olsa bir o kadarını daha ister. Âdemoğlunun (aç) gözünü ancak toprak doldurur. Allah tövbe eden kimsenin tövbesini kabul eder."[15]

3) FAYDASIZ İLİM

Allah Rasûlü’nün Rabbine sığındığı bilgi, kişinin dünyasına da ahiretine de faydasız ve zararlı olan bilgidir. Özellikle internet ile her türlü bilginin sınırsızca dolaştığı ve bu yüzden sık sık bilgi kirliliğinden bahsettiğimiz günümüzde, Peygamber Efendimizin bu duası daha da önem kazanmaktadır.

Bugünkü okullarda bunun bir temel taşıdır. Küçücük çocukları boş ve zararlı bilgi/ilim ile zehirlemektedirler. Felsefe, inkılâp tarihi gibi ölümcül diyebileceğimiz dersler ile körpecik beyinleri dönüşü olmayan yola itmektedirler. Bunların hepsinden Allah'a sığındığımız gibi amelimizi de duamıza uygun desteklemeliyiz.

Şeytanın ilmi kendisine fayda vermedi. O ki, cenneti cehennemi, doğru yolun Allah’ın yolu olduğunu, ahirete ve hesaba yönelik birçok bilginin sahibiydi. Âdem (as.)’a secde emri verildiğinde ise kibirlendi. O sırada doğru da bir söz söyledi.

“Dedi ki: 'Ben ondan daha hayırlıyım; sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”[16]

“Beni ateşten yarattın” sözü bir ilme dayanıyordu ve doğru da bir sözdü. Ama buna bina ettiği sözü yanlış, eksik ve haddine olmayan bir sözdü. İşte bu faydasız ilme bir örnektir. Öncelikle bizde ki ilim ile Kur’an ve sünnete muhalefet etmemeliyiz, Allah’a isyandan kaçınmalıyız. Yoksa şeytanın durumuna düşmemiz kaçınılmaz olacaktır.

Nitekim Rabbimiz Kur’an’ı indirmiş ve hükümleri beyan buyurmuştur. Ama birileri bunu gizlemektedir. İnsanlara tevhidi, şirki, tağutu, münafıklığı, cihadı anlatmamaktadırlar. Amellerini “Allah için” yapan ümmet, artık “vatan için” yapar olmuştur! Niyetler başkalaşmış, ilim bozulmuştur. Kur’an ve sünneti bilen nice hoca ise kendi nefsini düşünüp bu konularda susmaktadır. Hatta bazı kimseler ‘halifeliği kaldıranlara’ rahmet okuyacak duruma gelmişlerdir. Bakara suresi bu konu anlatılır;

"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti biz kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tövbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü ben tövbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim."[17]

Kendisiyle cennet kazanılacak ilmi bir kimse gizliyorsa, her şey aleyhine dönecek demektir. Rabbim muhafaza buyursun.

Amel etmeyenler de ayrı bir tehlikenin içine girmişlerdir. Adam Kitabı bellemiş ama amel etmek için değil; doktora için, tez için, ‘biliyorlar’ desinler diye öğrenmiştir;

“Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.”[18]

İlmin fayda vermesini istiyorsak, muhakkak amel etmek gerekir. İlmin sorumluluğunu amel etmek düşürür.

Faydalı ilim tahsil eden ise en güzel yola girmiştir. Geçici dünyanın güzelliklerinden/yok olacak güzelliklerinden vazgeçip bu yola girenler ne kadarda azdır. Nebi (asv) şöyle buyurur:

"Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa, geri dönünceye kadar Allah yolundadır."[19]

Yine faydalı ilmi Allah’tan istememiz gerekmektedir.

“Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır.”[20]

4) KABUL EDİLMEYEN DUA

Öncelikle duanın adabından bahsedelim. Fatiha suresinde bu husus bize öğretilmektedir. Öncelikle Rabbimizi övmeliyiz. Nebi (as.) şöyle buyurur:

“Sizden biri dua edeceği vakit, Rabbine hamd ve sena ile başlasın! Sonra Nebisine salât etsin! Sonra dilediği şeyi istesin!”[21]

Dua ederken kabul edileceğinden şüpheli etmemeliyiz. Ne dediğimizi bilmeliyiz. Ellerimizi açmışken kafamız başka yerlerde olmamalıdır. Zira Nebi (as.) şöyle buyurur:

“Kabul olunacağından emin olduğunuz halde Allah’a dua ediniz! Biliniz ki Allah, gafil ve boş kalpten çıkan duaya icabet etmez!”[22]

Büyük veya küçük bütün isteklerimizi Allah Teâlâ’dan istememiz gerekir; insanların çoğu bundan gafildir! Onları sadece büyük işlerde ve şiddetli belalarda Allah’a sığınıp, O’ndan istediklerini görürsün. Bunun dışındaki şeylerde ise Allah’tan bir şey dilemezler! Bu hatadır, Müslümana yakışan büyük veya küçük bütün isteklerini Allah’a arz etmesidir.

-Allah Teala "Dua edin ki, karşılık vereyim"[23] buyurmaktadır. Çünkü "O, kullarına yakın ve dua ettiklerinde dualarına icabet edendir."[24] Çünkü "O, duaları işitendir."[25] Çünkü "O, tövbeleri kabul edendir."[26]

İşte her gün yüz kere Allah Teala’dan bağışlanma dileyen Allah Rasulü, bütün samimiyetine ve teslimiyetine rağmen kabul edilmeyen duadan Allah’a sığınmakta, sanki bununla içtenlikle yapılmayan ve eylemle desteklenmeyen duaların karşılık bulmayacağı konusunda ümmetinin dikkatini çekmektedir.

Yüce Allah’ın dualara icabeti üç şekilde olur;

a) Hemen kabul eder. Yani kulun istediği kendisine verilir.
b) Dua kabul edilir ama istenen hemen verilmez.
c) Duamızın karşılığını dünyada vermez, ahirette verir.

Efendimiz (sav) şöyle buyurur:

“Sizden biri acele edip de dua ettim bana icabet olunmadı demediği müddetçe o kimseye icabet olunur.”[27]

Ellerini semaya kaldırdığın zaman ne kadar büyük bir şey yaptığını hiç düşündün mü? Şu hadise bir kulak ver!:

“Kuşkusuz ki, Rabbimiz Tebareke ve Teâlâ çok hayâlıdır ve çok cömerttir. Kulu O’na ellerini kaldırdığı vakit onu bomboş ve nasibsiz olarak geri çevirmekten hayâ eder.”[28]

Allah-u ekber! Bizi işiten, bize kulak veren, bizi önemseyen, bize acıyan bir Rabbimiz var…

Duaların reddedilmesi bir müslüman için karşılaşılması en zor/en kötü durumlardan biridir. Bu konuda Nebi (sav) şöyle buyurur;

"Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir hâlde ellerini semâya uzatarak: Yâ Rabbî, yâ Rabbî! diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram (hâsılı) kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle bir kimsenin duası nasıl kabul edilir?”[29]

Böylesi bir duruma düşmemek için yediğimize içtiğimize dikkat etmeli, Allah’a bolca da dua etmeliyiz.

İyiliği emredip, kötülükten sakındırmayı terk etmek tehlikeli bir davranıştır. Bu hususun dualar ile bir bağlantısı vardır;

“Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki; ya iyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız ya da Allah yakında sizin üzerinize öyle bir bela gönderir de sonra Allah'a dua edersiniz de duanız kabul edilmez.”[30]

Tövbeleri kabul edilmeyen bir kesim vardır ki ayette şöyle geçmektedir;

"Şüphesiz imanlarının arkasından küfreden, sonra da küfrünü artırmış olanların tövbeleri asla kabul olunmaz. İşte onlar sapıkların ta kendileridir."[31]

Bu ayet Müslüman olduktan sonra dinden çıkarak Medine'den kaçıp Mekke müşriklerine sığınan birkaç kişi hakkında inmiştir. Bunlar hakkında tövbenin kabul edilmemesi bahis konusu olmuştur. En çok tercih edilen mana şudur: Çünkü böyleleri ölüm belirtisini görüp hayattan ümidini kesmedikçe tövbe edip imana gelmezler. Hâlbuki yeis halindeki iman makbul değildir.

(Yoksa) Ne, (bir sürü) kötülükleri yapıp-edip de, (sonra) onlardan birine ölüm gelip çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin, ne de kâfir olarak ölenlerin tövbesi (geçerli) değildir. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır.[32]

Tövbemiz, Firavun tövbesine benzemesin!

“(Firavun çaresizce): İsrailoğullarının kendisine inandığı (İlahtan) başka İlah olmadığına inandım ve ben de Müslümanlardanım” demeye (başladı).”[33]

Denebilir ki, Firavun anladı artık yanlış yaptığını, dönecek iman edecek, artık düzelecek… olabilir mi...?

Rabbimizin ona verdiği cevap şu şekilde oldu;

“(Aklın başına) Şimdi (geldi), öyle mi? Oysa sen önceleri isyan edip başkaldırmıştın ve bozgunculuk çıkaranlardandın.”

Elinde kuvvet ve imkân sahibiyken iman etmeliydi. Bu kıssadan bize de birçok ders çıkar: Öncelikle hayatımızın kıymetini bilmeli, elimizdeki imkânlar gitmeden önce iman etmeli ve o imanlarımıza şirk bulaştırmamalıyız. Salih ameller işlemeliyiz. Yaşlılığı beklememeliyiz. Yarın yaparız diyerek sanki ölmeyecekmiş gibi erteleme gafletine düşmemeliyiz. O zaman bizler, ahiret gününde geçer akçe olan salih amellerimizi biriktirme ve arttırma yoluna gidelim. Yediklerimize içtiklerimize dikkat edelim, emr-i bi’l marûf neyhi ani’l münker görevini asla terk etmeyelim. Bu sebepleri yerine getirirsek, Rabbimiz bizlerin duasına icabet eder, kabul eder.

Allah’ım! Kalbimize Senden sakınacak kadar hatta daha fazlasıyla korkunu ver; dualarımıza her daim icabet et/kabul et; faydasız her bir ilimden meşguliyetten bizleri esirge; nefsimizin haddi aşmasından bizleri koru. Rabbim yar ve yardımcımız olsun.

Âmin.











 
 
[1] Müslim
 
[2] Buhari ve Müslim
[3] Müslim
[4] (23/Mü’minûn,2)
[5] Müslim
[6] Alûsi, Ruhu'l me'ani
[7] 21/Enbiya 90
[8] Müslim, Zekât
[9] 12/Yûsuf 53
[10] 89/Fecr, 27-28
[11] Müslim
[12] 89/Fecr 20
[13] Siracu-l Mulûk, s. 28
[14] 3/Âl-i İmrân 14
[15] Buhari
[16] 38/Sâd 76
[17] 2/Bakara 159-160
[18] 62/Cuma 5
[19] Tirmizi
[20] Tirmizi
[21] Tirmizi
[22] Tirmizi
[23] 40/Gâfir 60
[24] 2/Bakara 186
[25] 3/Âl-i İmrân 38
[26] 110/Nasr 3
[27] Tirmizi
[28] Ebu Davud
[29] Müslim ve Tirmizi
[30] Tirmizi
[31] 3/Âl-i İmrân 90
[32] 4/Nisâ 18
[33] 10/Yunus 90
Whatsapp Destek