İlim Talebesinin Gayret ve Sebatı

Allah’a hamd, Rasulüne salât ve selam olsun.

Geçtiğimiz sayılarda Müslümanların sebat etmesi için gerekli bazı sebepleri yazmaya çalışmıştım. O yazımın son tarafında ise ilim talebeleri için de sebatın önemli olduğunu ifade ederek kısaca birkaç satır ifade etmiştim. Bu yazımda önemli gördüğüm bu meseleyi biraz daha açmaya ve yazmaya çalışacağım.

Rabbimden yazmış olduklarımı öncelikle bana, sonrada diğer okuyan ilim talebelerine faydalı kılmasını temenni ediyorum.

İlim, insana ve toplumlara yön gösteren bir meşaledir. İnsanlar ve toplumlar ilim ile, ilim ehli ile yönlerini bulurlar. Bir şeyi nasıl ve ne şekilde yapacaklarını ilim yoluyla öğrenirler. Doğruyu yanlıştan ilim vesilesiyle ayırt ederler. Hatalarını ve doğrularını bu sebeple tespit ederler.

Dolayısıyla ilmin ve ehlinin bir değeri hem Allah katında hem de insanlar yanında söz konusudur.

Türk toplumu, meseleleri prensipler ile değerlendiren bir toplum değil, daha ziyade insanlara olan bağlılığı ile değerlendiren bir toplumdur. Bu hususun sağlamasını yapmak için etrafımızdaki insanları ve olayları şöyle bir gözlemleyebiliriz.

Bizim insanımız davası ister hak olsun ister batıl olsun bir inanca ya da bir meseleye insanlar, önderler ile bağlanır. Onlar ile değerlendirir. Önderlerine, liderlerine prensiplerden daha fazla bağlıdırlar. Örneğin Türkiye’deki partilere ve yöneticilerine bakalım. Türkiye’de siyasi partilerin liderlerinin aldığı oyların sürekli olarak partilerinden daha fazla olduğunu görürüz. Ya da bir parti lideri öldüğü ya da siyaseti bıraktığında ya da siyaset yapamaz hale geldiğinde o partinin oylarının da düştüğünü görürüz.

İslami hareketler ve İslami cemaatler içinde durum bundan farksız değildir. Bir cemaatin ya da hareketin içerisinde herhangi bir ihtilaf çıktığında, lider ve önder konumundaki bir insan ile alakalı problem olduğunda ya da önderin vefatıyla, o hareketin parçalandığını ve önder olma, lider olma konumundaki insanlara bağlanmak suretiyle hareketin birden fazla parçaya bölündüğüne şahit oluruz. İşte bu, bize şunu göstermektedir. İnsanlar olayları prensipler, kurallar ve değişmezleri ile değil, insanlar ile, önderleri ile değerlendirmektedir.

Bu husus tüm insanlar için ister kâfir olsun ister Müslüman olsun kendisini haktan uzaklaştıran, doğruya isabet etmemesine sebep olacak olan bir şeydir. Şirk toplumlarına bakıldığında doğruya ulaşamamalarının, hakkı bulamamalarının önündeki en büyük engellerden bir tanesinin haddinden fazla önderlerine, ecdatlarına olan bağlılık olduğu göze çarpacaktır.

Tarihte sapan, yoldan çıkan cemaatleri ve hareketleri incelediğimizde, önderleri ve liderlerinin sebebiyle saptığını gözlemleyebiliriz. Tabi olan kimselerin, dava yolunda yürürken öndeki liderlerine bakarak, yolun doğruluğu tezine ulaştıklarını, önder ve lider kadrolarının ise arkalarından gelen kalabalık topluluğa bakarak, yanlış olsalardı bu kadar kimsenin arkalarından gelmeyeceği tezine ulaştıklarını görürüz. Sonuç olarak tabi olanlar, önderlerine tabi olarak yoldan çıkarlar.

Konuya delil olması açısında Rabbimizin şu ayetini zikredelim.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiğinde, "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!" derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?”[1]

Hak, doğru insanlar ile bilinmez. Hak bilinirse bu takdirde hakkın ehli, hak taraftarları da kişi tarafından bilinir ve öğrenilir. Hak, Allah’tan ve Rasulü’nden gelen delile muvafakat gösteren şeydir. Hak, insanlar ile ya da insanların azlık ve çokluklarıyla ölçülmez. Rasulullah ’tan (sav) başka aldığı alınacak, terk ettiği terk edilecek hiç kimse yoktur. İnsanların sözleri ve amelleri tek başlarına bir delil niteliği taşımaz. Ancak kitap ve sünnete uyar ise bu takdirde bir insanın, bir alimin, bir önderin sözü delil olma salahiyetine kavuşur. Sahabelerin sözleri dahi delil midir değil midir konusunda usulcüler arasında bir ihtilaf söz konusu iken ve belli şartlar ile sahabe kavli, delil iken onlardan sonra gelen insanların sözleri mutlak olarak asla delil değildir.

Bu sözle şöyle bir yanlış anlaşılmaya sebebiyet de vermemek gerekir. Neslimiz, büyüklerimiz, âlimlerimiz değersiz değildir. Ancak biz önderlerimizi ve atalarımızı hakka olan bağlılıkları ölçüsünde sever ve sayarız. Hak ile onlar karşı karşıya gelecek olursa, ya da birbirlerine alternatif oluşturma konumunda olacak olurlarsa o zaman bizler haktan yana tavır koyar, ondan yana oluruz.

Bu konuda denge sahibi olmak gereklidir. Âlimlerin sözleri mücerret olarak delil değildir. Ancak bu onları tamamen terk etmek anlamına gelmez. Bu durum, ilim ehlini, âlimlerimizi ve önderlerimizi yok saymaya bizleri itmemelidir. Ancak bu konuda bizleri denge sahibi yapmalıdır. Onlara saygıda kusur etmeyeceğiz, ilmin ve ehlinin kıymetini bilecek ve buna göre davranacağız. Ancak onları mutlak anlamda söz ve fiillerini delil addetmeyeceğiz. 

Dine faydası olmuş, dinin sancaktarlığını yapmış ve bunun üzerine vefat etmiş selefimiz elbette değerlidir. Bu bağlamda şu sözü hatırlatmakta fayda vardır;

“Allah (azze ve celle), bu dini riddet günü Ebubekir (ranh) ile, mihne[2] günü ise İmam Ahmed ile yüceltmiştir.”

İnsanları bir arada tutan ve birbirlerine bağlayan hususların prensipler olmadığının, insanlar ve önderler olduğunu tespit ettiğimizde şunun farkına varıyoruz. Bir önderin, alimin, ilim talebesinin sebat etmesi, istikamet üzere hayat sürmesi, herhangi itikadi, ahlaki anlamda savrulmaması, sıradan bir insanın sebatından çok daha önemlidir. Çünkü bir ilim talebesi ya da önder sebebiyle birden fazla kişi istikametini kaybedebilir. Rabbimiz ilim ehlinin duası olarak şöyle buyurmaktadır;

“(Onlar şöyle yakarırlar): "Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.”[3]

Bu ayetin öncesine bakıldığında ilimde derinleşen kimselerin bu şekilde Allah Teâlâ’ya dua ettiğini görürüz. Bu konu asıl itibariyle çok önemlidir. Çünkü ilim, bir insanı tek başına sebat ettirmeyebilir. İnsan bilgilidir, çok derin ilme sahiptir. Ancak baktığınızda O kimseyi istikamet üzere bulamayabilirsiniz.

Şunu da ifade etmek gerekir ki, ilim talebesinin yalnızca akide anlamında sebatı değil, bir duruş, bir tavır noktasında da istikamet üzere olması önemlidir. Çünkü yalnızca akide üzere değil, hâlini, duruşunu koruması da arkasındaki insanların hâl ve tavırlarını koruması anlamına gelecektir.

İlim talebesinin sebat etmesi için en başlıca yapması gereken şey, Allah ile olan bağını güçlü tutmaktır. İlim talebeleri, önderler genel itibariyle hızlı bir hayatın içerisinde, koşturma ile günlerini geçirmektedirler. Bu hızlılık ve vaktin darlığı, kendilerini asıl üzerinde durmaları gereken işlerden zaman zaman alıkoymakta ve onları aksatmaya itebilmektedir.

İlim talebeleri genel itibariyle vakit sıkıntısı çekmektedirler. Bunun sebebi aslında sorumlu oldukları bir ümmetin, Müslümanların varlığıdır. İlim talebeleri onların dertleri ile ilgilenmek zorundadırlar. Onların evlilikleriyle, boşanmalarıyla, iş ve işsizlik halleriyle, ortaklıklarıyla, ticaretteki halleriyle ilgilenmeli ve onların dertlerini dinlemek ve çözmek zorundadırlar. Bunu aslında efendimiz bizlere öğretmektedir. Efendimiz (sav), toplumundan kendisini soyutlayarak bir hayat yaşamamıştır. Efendimiz (sav) sahabesiyle ilgilenir, onlarını dertlerini dinler ve onlara çözüm yolları gösterirdi. Bugün ilim talebeleri ve Müslümanların kanaat önderleri de kendilerini Müslüman topluluğundan soyutlayamazlar, onlara vakit ayırmak, onları dinlemek zorundadırlar. Bu husus bir yükü de yani vakitsizliği de beraberinde getirebilir. Ancak bu ne yazık ki göz ardı edilecek bir konu değildir.

Nitekim Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır; “İnsanlara karışıp onların eziyetlerine sabreden mümin, onlara karışmayan ve eziyetlerine sabretmeyen müminden daha hayırlıdır.”[4]

Yine bir başka rivayette şu şekilde geçmektedir;

“Rasulullah (sav) bir gün mescide girdi. Orada Ensâr’dan Ebû Umâme (ranh) isminde Ensardan birisiyle karşılaştı. Ona:

-”Ey Ebû Umâme, niçin seni namaz vakti dışında mescitte oturmuş görüyorum?” diye sordu.

-“Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve borçlar sebebiyle ey Allah’ın Rasulü.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

-“Sana bazı kelimeler öğreteyim mi? Bunları okursan, Allah, senden sıkıntını giderir ve borcunu öder.”

-”Evet, ey Allah’ın Rasulü, öğret!” dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

-“Öyleyse, akşama çıktın mı, sabaha ulaştın mı şu duayı oku: “Allah’ım üzüntüden ve kederden sana sığınırım. Acizlik ve tembellikten sana sığınırım, korkaklıktan ve cimrilikten sana sığınırım. Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından sana sığınırım.”[5]

Dolayısıyla işte bu durum, kendisine hareketli bir hayatı ve vakit darlığını getirmektedir. Bu halde de ilim talebesi kendisine vakit ayırmakta ve muhasebe etme noktasında gafil kalabilmektedir. Bu hal kendisinin bazı konulara alışmasıyla asıl yapması gerekenleri ihmal etmesine yol açmaktadır. Kuran ile, zikir ile vakit geçirmesi gerekirken bunlardan uzak bir şekilde bir koşturmacanın içerisinde debelenmektedir. Bu debelenme kalbî olarak kendisinin zayıflamasına, dolaylı olarak yaptığı işlerden bıkmasına, sonrasında ihlassızlığa, sonrasında ise istikametten kaymaya ve en sonunda Allah muhafaza haktan rücu etmeye kadar kendisini götürebilmektedir.

İlim talebesi aslında her gün Kur’an ile haşır neşir olmaktadır. Ancak Kur’an ile geçirdiği vakit daha ziyade bir ilmi tahsil ettiğinden ya da yaptığı bir araştırma ya da hazırladığı ders neticesinde Kur’an ile geçirdiği vakit ile sınırlı kalmaktadır.

Aslında Kur’an ile olan ilişkisinin, sakin bir kafa ile belli bir virdi okumak ve onun üzerine düşünmek ile olması gerekmektedir. Bununla birlikte ilim talebesi ve önder olan bir kimsenin kendi halini, ümmetin halini, Müslümanların halini düşüneceği belli muhasebe vakitlerine de ihtiyacı vardır. Bunu yapmak sebat ve istikamet noktasında mühimdir.

Asıl itibariyle eksen kaymaları, nüanslar ile, küçük farklar ile başlamaktadır. İnsan halini muhasebe etmeyi, geçmişi, planlarını, yaptıklarını, kullandığı menhec ve metodu muhasebe etmeyi ihmal etmez ise sebatı kendisi için kolaylaştırılır.

Bir başka değinilmesi gereken konuda şudur ki; İlim talebesi ve önderlerin sebat etmelerini zorlaştıran hususlardan birisi de bir sünnetullah gereği kendilerinden önce tevhid davetçilerinin başlarına gelen, zorba iktidarlar ve yöneticiler tarafından birtakım imtihanlara ve musibetlere maruz kalmalarıdır. Musibet ve imtihan anında ilim talebesine sebat kazandıracak olan ve düşmanlarını gözünde küçültecek olan husus Allah’ın (azze ve celle) kendi kalbi ve katındaki yüceliği olacaktır. Yani Allah’a olan yakınlığı ile sebat edebilecektir.

İlim talebesinin sebatına yardımcı olacak bir başka unsur ise, nasihate açık olmasıdır. İlim talebesi dışarıdan gelen her türlü nasihate ve eleştiriye açık olmalıdır. Asıl gaye Allah’ın rızasını elde etmek ve cennete kavuşmaktır.

Peki bu eleştiri ve nasihatlere nasıl muamele etmelidir?

Sürekli hareket halinde olan insanların fazlaca eleştirilmeleri normal bir durumdur. Sürekli işleyen bir eşyanın, malzemenin de hata vermesi, bozulması, arızalanması normaldir. Çok hareket eden, aktif olan bir insanın da hata yapması, hatta birden fazla hata yapması normaldir. Ancak önemli olan konu hatada ısrar etmemek ve bilerek, isteyerek, tasarlayarak, hainlik ederek yanlış yapmamaktır.

İnsan hata yaptığında da iyi işler yaptığında da etrafında seslerin yükseldiğine, eleştirildiğine ya da övüldüğüne şahitlik edebilir. Bu durumlarda ilim talebesi ve önderler gelen tüm eleştirileri de övgüleri de almalıdır.

Eleştirileri önemseyip alması kendisi adına çokta önemlidir. Çünkü insanların övgüleri için değil Allah’ın rızasına taliptir. O’nun vechi için amel işler, O’nun rızalığını gözetir. Ancak eleştirilere kulak vermesi, yaptığı bir hatadan dönmesi ve istikametini koruması, muhasebe etmesi adına önemlidir.

Bu eleştiriler, bazen yapıcı bazen ise yıkıcı amaçlar taşımaktadır. Dolayısıyla yapılan eleştirilere ele alınıp, değerlendirmeye alınacağında, ayarına göre, gramına göre muamele edilmelidir. Böyle bir ayrımın yapılmaması şunu da beraberinde getirir; insan yapılan her eleştiriye haddinden fazla takılarak ümitsizliğe dalabilir ya da her övgü ile kendisini olmadık bir yerde görmek suretiyle kendini beğenerek istikametini kaybedebilir.

Altının farklı farklı ayarları vardır. Bazı altınlar 14 ayar, bazıları 18, bazıları ise 22 ve 24 ayardır. Bu ayarların her birisi o altının kalitesini ve saflığını gösterir. Ancak değer olarak her birisi diğerlerinden farklıdır. İnsanlar da altınlar gibi ayar ayardır. Ancak her birisini söylediği sözün değeri diğerlerinden farklıdır. Bir ilim talebesi, önder veya davetçi duyduğu hiçbir eleştiriyi es geçmez. Ancak kendisine yakınlığına ve uzaklığına göre, ayarlarına ve değerlerine göre onlara muamele eder. Eğer 14 ayar bir sözü farklı farklı yerlerden birden fazla kere duymuş ise onu değerlendirir ve o eleştiriden nasihat almaya çalışmalıdır. Ancak 24 ayar bir sözü, bir eleştiriyi bir kere dahi duysa hemen onunla alakalı kendisini muhasebe etmelidir.

Eleştiriye olduğu gibi övgüye de aynı şekilde muamele etmelidir. Şunu belirtmekte fayda vardır. Bir ilim talebesi, bir önder ya da davetçi övgü almak için amelde bulunmaz. Ancak Allah’ın yeryüzündeki kulları, iyi ya da kötüye şahitlik ettiklerinde bu şahitliğin Allah katında bir değeri söz konusudur. Övgüye olan muamelesi de bir Müslümanın budur. Övülmek için amel etmez. Ancak bir amelin Allah rızası için yaptığında Allah’ın kulları onun iyiliğine şahitlik edebilirler. Tıpkı Rasulullah’ın (sav) şu hadisinde bahsettiği gibi;

“Bir cenaze geçirildi ve bu kişi hayırla anıldı. Bunun üzerine Allah Rasulü (sav): ''Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu'' buyurdu. Sonra başka bir cenaze geçirilince o da kötülükle anıldı. Nebi (sav) yine: ''Vacip oldu, vacip oldu vacip oldu'' buyurdu. Hz. Ömer: "Anam babam sana feda olsun. Bir cenaze geçirilip hayırla anıldı: ''Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu'' buyurdunuz. Sonra başka bir cenaze geçirilip kötülükle anıldı, yine: ''Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu'' buyurdunuz. (Bunun sebebi nedir?)" deyince, Rasulullah (sav) şu karşılığı verdi: ''Hayırla andığınız kişiye Cennet vacip oldu. Kötülükle andığınız kişiye de Cehennem vacip oldu. Sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz.”[6]

Özetle ilim talebesi istikamet üzere hayat sürmek ve sebat etmek için, eleştiri ve nasihatlere kulak vermelidir. Nasihatlere kulağını tıkamamalıdır. Bunu günümüz idarecilerinde de görebiliyoruz. Kendilerine eleştiride bulunan herkesi kendilerinin düşmanı ilan etmektedirler. Bu psikoloji, kendisini muhasebe etmeme ve hali bozuk ise düzeltmemeyi de beraberinde getirmektedir. Sizi eleştiren, yanlış yaptığınızı ifade eden herkes sizin düşmanınız değildir. Samimi, iyi niyetli nasihatçiler ve eleştirenler sizin hayrınızı istediği için konuşuyor olabilir. Her eleştiren elbette samimi olmayabilir. Nasıl eleştirdiğine, hangi ortamlarda ve mecralarda eleştirdiğine bakarak iyi niyetli ya da kötü niyetli olduğunu anlayabiliriz. Ancak eleştiren samimiyetsiz, art niyetli ve nifak ehli dahi olsa kişinin kendini yine de yoklaması, nefsini murakabe etmesi sebatı için yardımcıdır.

Bu bağlamda ilim talebesi kendi yanında samimi nasihatçileri bulundurmalı ya da belli başlı kendisinin muttaki, tecrübeli, hikmet ve basiret sahibi gördüğü kimseleri nasihatçi edinmelidir. Kendisi gibi düşünmeyen insanları, farklı perspektiflerden bakabilen, olayları eleştirisel değerlendirebilen kişilere karşı gönlü geniş olmalıdır. Özellikle lider ve önder konumunda olan insanlar kendisinin çokça sorgulanmasını ya da fazlaca soru sorulmasından rahatsız olabilirler. Ancak neticede bu insanların varlığı bir açıdan topluluklar ve önderler için bir sigorta görevi görmektedir. Daha önceki yazılarımda da ifade ettiğim gibi İslami topluluklar sadece kendi liderlerinin kopyalarını yetiştiren ortamlar olmamalıdır. Böyle olan ortamlarda muhasebe ve murakabenin kalmaması normal bir şeydir. Çünkü herkes aynı zaviyeden olayları değerlendirmektedir. Böylesi ortamlarda insanların yaptıkları hataları tespit edip, düzeltmeleri elbette mümkün olmayacaktır.

Şu da göz ardı edilmemelidir; Sürekli olarak insanı eleştiri de yönlendirmemelidir. Herkesi memnun etmek asla mümkün değildir. Dolayısıyla sürekli bir eleştiri söz konusu olacaktır. Bir başka vecih ise sürekli eleştirilere takılan, eleştirilere gerektiğinden daha fazla önem veren bir insan kınayıcıların kınaması ile asıl yapması gerekenleri terk edebilir, bununla kalmayıp ihlâssızlıkla da cezalandırılabilir. Eleştiri ve nasihatleri ilim talebesi almalı, ancak sadece eleştiriler kendisini yönetmemelidir.

Burada bir parantez de Müslümanlara açmak gerekir. Müslümanlar hem kendi sebatları hem de onların sebat ve istikameti için nasihate gerekli önemi göstermeli ve yeri geldiğince usulüne göre nasihat etmelidirler. İlim talebesi “Bilir zaten, hatırlatmaya, anlatmaya gerek yoktur.” mantığıyla nasihatten geri durmamalıdırlar. Başta da örneğini verdiğimiz gibi kendisi iyi yaptığını zannedebilir, ancak hatırlatmak, farklı açılardan konuyu kendilerine izah etmek belki de çok ciddi zararların eşiğinden komple bir topluluğu döndürebilir. Burada önderler ile tebalar arasındaki otokontrolü sağlayacak olan şey boşvermemezlik ve nasihatçi olmaktır.    

İlim talebesi ve önderler için önemli olan konulardan birisi de istişareye gerekli önemi göstermesidir. Burada istişare kavramından neyin anlaşıldığı önemlidir.

İstişare, öncesinden verilmiş olan bir kararı başkalarına onaylatmak değildir.

İstişare, istişare edilecek olan konunun ehli olmayan insanlara götürülerek üstünkörü değerlendirilmesi değildir.

İstişare, yukarıda da bahsettiğimiz üzere herkesin aynı zaviyeden olayları değerlendirdiği kalabalıkça bir grubun bir meseleyi değerlendirmeleri de değildir.

İstişare, sunulanın konunun ilim talebesi tarafından dediğinin aynısını onaylamakta değildir.

İstişare bir konunun birden fazla kişi tarafından birden fazla zaviyeden etraflıca ehli tarafından değerlendirilmesidir.

Allah tarafından sürekli gözetilen ve kendisine vahiy ile gerektiğinde uyarılan, kendisine müdahale edilen Rasulullah (sav) dahi meselelerini ashabı ile istişare etmek suretiyle karara bağlamaktaydı. Efendimizin durumu böyle iken kanaat önderlerinin, ilim talebelerinin istişaresiz hareket etmesi asla düşünülemez.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır;

“… İşlerinde onlarla istişare et. (Bir konuda) karar verdiğin zaman Allah’a tevekkül et. (Ve onu uygula. Çünkü) Allah, tevekkül edenleri sever.”[7]

Bir başka ayette ise şöyle buyurmaktadır;

“Onlar Rablerinin çağrısına uyarlar ve namazı dosdoğru kılarlar. Aralarındaki işlerini istişare ederek yürütürler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da Allah yolunda harcarlar.”[8]

Rasulullah’ın (sav) hayatına baktığımızda birçok konuda ashabı ile istişare etmeden karar almadığını görmekteyiz.

Önderler ve ilim talebeleri içinde bugün sebat etmelerine yardımcı olacak sebeplerden birisi de şüphe yok ki istişare etmektir. İstişare eden, işlerini meşveret ile yapan kimse hakka isabet etme noktasında ve yanlışa dalmama noktasında daha ihtiyatlı olur. İstişaresini tamamladıktan sonra ise artık azmetmek, alınan karar üzere, çıkan netice üzere kararlı bir şekilde onu uygulamaktır.

Sebat etmek isteyen bir ilim talebesi kendine sorulan her soruya cevap vermek, her konuda görüş bildirmek gibi bir hataya düşmemelidir. Şunu unutmamalıdır ki Allah katında vermiş olduğu her fetva, bilmeden cevap vermiş olduğu her bir soru, aleyhine olabilir. Bundan dolayı her konuda konuşmamalı, bildiği bilmediği her konuda görüş bildirmemelidir.

Nitekim Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır;

“Allah, ilmi insanlardan bir anda söküp almaz. Fakat âlimlerin ruhunu alarak ilmi alır. Nihayet geride tek bir âlim kalmadığında, insanlar cahil önderler edinirler. Onlara sorular sorulur ve bilgisizce fetva verirler. Böylece hem saparlar hem saptırırlar!”[9]

Hadiste dikkat edilirse bilmeden kişinin sorulara cevap vermesinin neticesi sadece insanları saptırmak olarak kalmamakta, aynı zamanda soruya cevap veren kimsenin de sapmasına sebep olmaktadır. Rabbim bundan bizleri muhafaza etsin.

İnsanlar bizlerden yer yer her konu hakkında konuşmamızı, her ihtilaf hakkında açıklama yapmamızı isteyebilirler. Ancak ilim talebeleri Allah katında tek başına hesap vereceğini unutmamalıdır. Dünyada söylediği her söz kendisini bağlayacak ve hesabını verecektir. Bugün konuşmasını isteyen insanları hesap anında yanında bulamayacaktır.

Bildiğini söyleme ve ifade etme konusunda ise imanî meseleler olmadığı müddetçe kendisinin ulaştığı neticenin bu olduğunu söyleyerek ucu açık bir şekilde ifade etmeli ve kendisinin ulaştığını neticenin dışındaki görüşlerinde olabileceğini itiraf ederek, net ifadelerden kaçınmalıdır. Diğer görüşler noktasında da sadrı geniş olmalıdır.

Net ifadelerden kaçınmanın sebebi Allah Teâlâ tarafından ağzından çıkanlarla imtihan edilme korkusu olmalıdır.

“Mûsâ'dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini görmedin mi (ne yaptılar)? Hani, peygamberlerinden birine, "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. O, "Ya üzerinize savaş farz kılındığı hâlde, savaşmayacak olursanız?" demişti. Onlar, "Yurdumuzdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hâlde Allah yolunda niye savaşmayalım" diye cevap vermişlerdi. Ama onlara savaş farz kılınınca içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah, zalimleri hakkıyla bilendir.”[10]

Ayette de geçtiği üzere insanlar, Allah tarafından konuştukları ile imtihan edilebilirler. Konuştuklarını yerine getiremediklerinde ise insanların sapmalarına, yalpalamalarına ve sebat edememelerine sebep olabilir.

Yine bu bağlamda Musa’nın (aleyhisselam) kıssasının anlatıldığı Kasas suresinin 15-19. ayetlerini tedebbür etmekte fayda vardır. Musa (aleyhisselam), yanlışlıkla bir adamı öldürdükten sonra, asla zalimlere yardımcı olmayacağına dair bir söz vermektedir. Bunun akabinde ise Allah tarafından ağzından çıkan bu sözle imtihan edilmektedir. Ancak Musa (aleyhisselam), Allah’a vermiş olduğu sözü bozmamış ve verdiği söze riayet etmiştir.

Yine ilim talebesi istikametini korumak ve sebatını devam ettirmek için geniş bir fıkha sahip olmalıdır. Olaylar kendisine arz edildiğinde ya da bazı meseleler kendisine sorulduğunda geniş bir çerçeve ile sorunun mahiyetini, meselenin mahiyetini değerlendirebilmelidir ki tek bir açıdan meseleye bakmasın, farklı ihtimalleri de göz önünde bulundurarak genişçe bir cevap verebilsin. Eğer bir konu ile alakalı kısır bir değerlendirme yapacak olursa, ihtimalleri değerlendirmeyecek olursa vereceği cevapta şamil olmayacak ve ileride görüşünü değiştirmek zorunda kalacaktır.
 
[1] (2/ Bakara 170)
[2] Kur’an mahluktur fitnesi.
[3] (3/ Ali İmran 8)
[4] Buhari
[5] Ebu Davud
[6] Farklı senet ve rivayetler ile Buhari ve Tirmizi’den rivayet edilmiştir.
[7] (3/ Ali İmran 159)
[8] (42/ Şura 38)
[9] Buhari
[10] (2/ Bakara 246)
Whatsapp Destek