Karakter Erozyonu

Allah’a hamd, Rasulüne salât ve selam olsun.

Bu ayki yazımızda şahıslar ve toplumlar için bir problem olan, kaliteli bir bireyin oluşmamasına ve kaliteli bir toplumun inşa edilememesinde etkin rol oynayan bir konuyu ele almaya çalışacağız.

Bu yazımızda kişinin inancında, amelinde, ilişkilerinde dik duruş göstermesi, net tavır sergilemesi daha yaygın tabiriyle omurgalı olmasından bahsedeceğiz.

Bu bahsedilen vasıftan kastın ne olduğunu elbette ilerleyen satırlarda izah edeceğiz. Ancak bu vasfın bir kişi ya da bir toplumda olmaması çok büyük problemlere yol açmaktadır. Kişinin insanlar ile olan ilişkilerinde, bir konu hakkındaki tavrında, amellerinde, yapacaklarını ya da yapmayacaklarını belirlemede bir netlik içerisinde olması elzemdir. Çünkü kişi verdiği kararlar ile, takındığı tavırlar, sahip olduğu düşünceler ile değerlendirilir.

Omurgasızlık; Kişinin fikir ve hareketlerinde tutarsız davranması, net tavır sergilememesidir.

Yine başka bir ifadeyle, insanların savundukları görüş, fikir ve düşüncelerini çok çabuk değiştirmesi, zamana, ortama ve karşısındaki muhatabına göre fikir ve düşüncelerinde değişiklikler olması olarak da tanımlanabilir.

Omurgasızlık dediğinizde insanlar, bunun sadece insan sağlığı ile ilgili olduğunu zannediyorlar ve maddi bir rahatsızlık olarak görüyorlar. Ancak omurga problemi insanın şahsiyetinde ve karakterinde olduğunda manevi bir rahatsızlık söz konusu olmaktadır. İlkinden asıl itibariyle çok daha önemlidir.

Omurga, insan sağlığında çok önemli bir yere sahiptir. Sağlıklı bir yaşam sürebilmek için omurganın güçlü olması gerekir. Hareket etmek ve fiziksel birçok hareketi yapabilmenin temelinde omurga vardır.

Omurganın görevleri ile alakalı ufak bir araştırma yaptığımızda internette şunlara rastlıyoruz;

 
  • Omurganın pek çok farklı görevi bulunmaktadır. Her bir görevinin ortak özelliği ise vücudun sağlam ve dik bir pozisyonda kalabilmesidir.
  •  
  • Baş ve boyun ile gövdenin ağırlığını taşımaktadır.
  • Baş ve gövdenin hareketini sağlar.
  • Vücudun dik durmasını sağlar.
  • Bu gibi görevleri ile beraber omurga ayakta ve dik durabilmek, hareket edebilmek adına büyük bir öneme sahiptir.

Aslında hakikî anlamı ile mecazî anlamı arasındaki mananın ne kadar da münasip olduğunu anlayabiliyoruz. Bir insanın, bir Müslümanın; şahsiyet olarak dik durmasını sağlayan şey manevi omurgasıdır.

Rasulullah (sav), kıyamete yakın zamanda bizlere Müslümanların halinden bahsetmektedir. Sayılarının çok fazla olmasında ancak etkilerinin azlığından bahseder. Yani başka bir ifade ile kemmiyetin çokluğundan, ancak keyfiyetin kalitesizliğinden bahsetmektedir. Aslında insanları kaliteli birey yapan, onların kişiliklerinin oluşmasını sağlayan vasıflardır. Bu vasıfların övüleni ve yerileni mevcuttur. Kişi övülen vasıflara sahip oldukça kaliteli bir fert, yerilen vasıfları üzerinde taşıdıkça da kalitesiz bir birey olacaktır.

Omurgalı olmak, dik duruş sergilemek kelimesi genelde şu şekilde tasavvur edilmektedir. Tağutlar Müslümanlara, muvahhidlere dinleri hususunda çeşitli maddi ve manevi zulümler etmektedirler. Dolayısıyla Müslümanlar burada omurgalı olup, dik duruş sergilemeli, net tavır ortaya koymalıdırlar. Bu anlayış eksik bir anlayıştır. Eksik bir anlayış olmasının sebebi şudur; net tavır göstermek ve omurgalı davranmak Müslümanların kendi toplumlarını inşa etmede de önemlidir.

Müslümanlar birbirlerine karşı da kendi işlerinde ve ilişkilerinde de net tavır göstermeli ve omurgalı olmalıdırlar. Kaypak, çıkarcı, idareci davrandıklarında Allah’ın zemmettiği bir özelliği üzerlerinde bulundurmuş olacaklardır. Allah’ın kendilerinden razı olmaması halinde Allah’ın yardımına ulaşamayacaklardır. Bununla birlikte kulluklarını tam manasıyla yerine getiremeyeceklerdir. Çünkü kaypak olan toplum, Allah’a karşı da kullara karşı da kaypak olacaktır.

Bununla birlikte bize sürekli anlatılan ve ibret almamız istenilen Yahudilerinde bir özelliğini Müslümanlar üzerlerinde taşımış olacaktırlar.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Musa'dan sonra İsrailoğulları’nın ileri gelenlerini görmedin mi (ne yaptılar)? Hani, peygamberlerinden birine, "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. O, "Ya üzerinize savaş farz kılındığı hâlde, savaşmayacak olursanız?" demişti. Onlar, "Yurdumuzdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hâlde Allah yolunda niye savaşmayalım" diye cevap vermişlerdi. Ama onlara savaş farz kılınınca içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah, zalimleri hakkıyla bilendir.”[1]

Ayette de görüldüğü üzere Yahudiler bir istekte bulunmalarına, bir söz vermelerine rağmen bu hakikat ile yüzleştiklerinde Allah’a ve peygamberine verdikleri sözden vazgeçtiler. Yani kaypaklık gösterdiler, omurgalı davranmadılar. Net duruş sahibi olmadılar.

Allah Teâlâ bizlere bunun bir benzerini Maide suresinde anlatır. Ancak oradaki ayette Allah’a ya da peygamberine verilen bir sözden değil, birbirlerine karşı çıkarcı olup, idareci davranmalarından bahseder.

“İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü!”[2]

Bu ayeti daha iyi anlamamız için Rasulullah’ın (sav) şu hadisine de bakmamız daha iyi olacaktır.

“İsrailoğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı. Bir adam bir başka adama rastlar ve: ‘Bana baksana! Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terk et. Çünkü bu sana helal değildir.’ derdi. Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ kalplerini birbirine benzetti. Sonra Rasulullah (sav) şu âyeti okudu:

“İsrailoğullarından kâfir olanlar Hz. Davut’un ve Meryem oğlu İsa’nın (aleyhisselam) diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, baş kaldırmaları ve aşırı gitmeleriydi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mâni olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Onlardan çoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin onlara ahiret hayatı için hazırladığı şeyler ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir, onlar azap içinde temelli kalacaklardır. Eğer Allah’a Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi, fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir” [3]


Hz. Peygamber bu ayetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu:

“Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zalimin elini tutup zulmüne mâni olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız, ya da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrailoğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.”[4]

İsrailoğullarının lanetlenmesine sebep olan şeyin kaypak, çıkarcı davranma, adamına göre muamele etme olduğunu anlıyoruz. Bunun tam zıddı olarak Peygamber efendimizin sahabesine baktığımızda ise aksini görüyor ve buluyoruz. Kendilerine bir soru sorulduğunda ya da kendilerinden bir istekte bulunulduğunda net olduklarını görmekteyiz.

Örneğin Aişe annemizin azatlısı Berire’nin (ranha) hadisesinde bunu görmekteyiz. Aişe annemiz kendisi satın alıp azat ettikten sonra Mugis bin Cahş kendisinin kocası idi. O da kendisi gibi köle idi. Rasulullah (sav) Berire’yi (ranha) Mugis ile nikâhlı kalması noktasında muhayyer bıraktı. Berire (ranha) ise bunun bir emir olup olmadığını sorduktan sonra dönmek istemediğini söyledi. Ve araları ayrıldı.

Ya da bir başka rivayette ise şöyle geçmektedir;

Sehl bin Sa’d anlatır; “Rasulullah’a (sav) bir su bardağı getirildi, sağında topluluğun en küçüğü bir delikanlı solunda da yaşı ilerlemiş kimseler bulunuyordu. Bardaktan içerek “Ey delikanlı geri kalan artığı senden yaşlı olanlara vermeme izin verir misin?” dedi. O da: “Ey Allah’ın Rasulü! Senden nasibime düşen artığı kimseye bırakmam.” dedi, bunun üzerine kalan suyu ona verdi.[5]

Bu iki rivayette de sahabedeki netliği görmekteyiz. Bir şey yapacaksa da yapmayacaksa da net bir şekilde ifade etmektedir. Kişiye, zamana göre tavır belirlememektedir.

Peki günümüz vakıasında ne ile karşılaşıyoruz? Güncelimiz nasıl?

Müslümanlar muhatapları karşılarında iken sessiz kalıp, ayrılınca muhatabının aleyhinde konuşmaya başlamaktadır. Ya da adamına göre tavır belirlemektedir. Bir ihtilaf yaşandığında, bir hudut, bir gariban tarafından çiğnendiğinde aslan kesilmekte ancak bir yakını ya da makam, mevki sahibi veya bir zengin çiğnediğinde, İslami değerleri savunmada kedi kesilmektedir.

Birbirlerini eleştirirken, muhatapları olmadığında her şeyi söylemekte, ancak muhatabına iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak söz konusu olduğunda yüzüne karşı hiçbir şeyi ifade edememektedir.

Müslümanlar birbirleriyle bir şeyleri paylaşırken ‘aramızda kalsın falan şöyle biri, falanca böyle biri’ dediğini görürsün sonrasında ise aynı adam ile oturup, kalktığını, yiyip içtiğini görürsün. Hiçbir Müslüman da sormaz ki ‘Sen hem bu kişiye böyle söylersin hem de niçin böyle davranırsın.’

Yani el mühim Müslüman net olmalıdır. Müminler arasında iyiliği emredip, kötülüğü sakındırmaktan geri durmamalıdır. Bu müminlerin arasındaki kardeşliği de otoriteyi de sağlayacak olan şeydir. Bu terk edildiğinde ise Müslümanlar birbirlerini idare eden, kötülüğe ses etmeyen, çıkarları doğrultusunda hareket eden şahsiyetler olacaktır.

Bununla birlikte ilişkilerde ölçülü olmak, insanları eleştirirken de överken de adaletli olmak, hakkı ve adaleti ayakta tutmak da Müslümanın vazifelerindendir.

Rasulullah’ın (sav) Müslümanlardan beyat alırken iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak üzere de söz alması aslında manidardır. Çünkü bir toplumun inşası, ihyası bununla meydana gelir. Kişilerin öncelikle kendilerinin düzelmeleri, sonrada başkalarını düzeltmeleri ile toplumsal bir iyilik, toplumsal bir ıslah mümkündür. Kişinin yalnızca kendisinin iyiliği, başkasına ise müdahale etmemesi toplumda iyiliği getirmez. Müslümanın böylesi bir vazifeden kendini soyutlaması kendisinde karakter olarak ‘bananeci’ bir karakteri ortaya çıkarır.

Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır;

“Sizden kim bir münker görürse eli ile değiştirsin. Eğer buna güç yetiremez ise dili ile değiştirsin. Eğer buna da güç yetiremezse kalbi ile değiştirsin. Bu da imanın en zayıfıdır.”[6]

Rasulullah (sav), hadisin sonunda aslında şuna vurgu yapmaktadır. Mümin kimse en azından bir münker gördüğünde rahatsızlık duymalıdır. Yani münkeri içselleştirmemelidir. İçinin acıması, sızlaması gerekir. Çünkü taşıdığı iman kendisine bunu kazandırmalıdır.

Peki, Müslümanların bu konuda üstlerine düşeni yapmamalarının sebepleri neler olabilir? Bu konuyu ifade etmeye çalışalım. Bu sıralayacağımız meseleler daha da genişletilebilir. Ancak Müslümanların yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız karakter sıkıntılarının başlıca sebepleri şunlardır;

1) Kırıcı olmak istememek, başkalarının hatırını gözetmek.

İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, net tavır almak birilerini kırmaya sebep olabilir. Çünkü insanların tamamını razı etmek mümkün değildir. Müslümanlar bir sıkıntı gördüklerinde müdahale edeceklerdir. Müdahale ettiklerinde, nasihat ettiklerinde insanlar rahatsız olacaktır. Kimi Müslümanlar kırılacaktır, küsecektir, rahatsız olacaktır.

İşte bundan dolayı insan, karşıdaki muhatabını kırmak istemediğinden gördüğü yanlışları düzeltmek ya da uyarmak istemez. Başkasının hatırını kırmak istemez. İnsanlar ile arasına herhangi bir soğukluk girmesinden rahatsız olur. Bu sebep özellikle naif kişiliği olan insanlarda gözükebilir. Naif olduğundan, kimseye bir şey demek istemez. Bundan dolayı net tavır sahibi olamaz.

2) İnsanın İslami değerlere yeterince önem vermemesi, kendi çıkarlarına ise daha fazla önem vermesi.

Bir mümin niçin omurgalı davranmak zorundadır? Dini için! Davası için! Allah’ı razı etmek için! İnsan bir hududun, sınırın çiğnendiğini gördüğünde ses etmemesinin ya da dik duruş sergilememesinin sebebi İslami değerleri yeterince önemsememesinden kaynaklanabilir.

Müslümanlar bazen ticaret yapmakta ve anlaşmazlığa düşmektedirler. Sonrasında ise birbirlerini kendilerine zulmetmekle suçlamakta ve her iki taraf hakkının yendiğine kanaat getirmektedir. Ya da bir Müslüman diğer bir Müslüman ile sözleşmekte, akitleşmekte ve aldatılabilmektedir. Böyle durumların neticesinde ise şu olay meydana gelmektedir: Taraflar birbirlerinin adını çıkararak her yerde böylesi kişiler ile ticaret yapılmamasının gerekliliğini, bu insanların; kandıran, aldatan insanlar olduğunu yaymaktadırlar. Hatta biraz daha ileri giderek kendi gözünde sahtekâr olduğuna inandığı kimse ile ticaret yapan, muamelesi bulunan kişiye dahi iyi gözle bakmamaktadır.

Peki, bu hassasiyetini, gösterdiği bu zincirleme tavrı dini adına yaptığını gözlemleyebilir miyiz? Ne yazık ki çoğu Müslüman için söz konusu değildir.

Müslümanların maddi, manevi kazanımlarını sömüren, Müslümanlara ihanet eden, onları kullanan insanların halleri ortaya çıktıktan sonra bu insanlar için aynı hassasiyeti gözetmezler. Bu tür insanlar halleri ile, duruşları ile, konuşma ve tavırları ile Müslümanlara zarar verirler. Ancak diğer Müslümanlar ise onlara bir kaşlarını dahi eğmezler. İşte bu netice Müslümanın değerlerinin ne olduğunu ortaya koymaktadır.

Bir insan, kişinin annesine, bacısına, ailesine dil uzatsa, küfretse o kimse yerinde duramaz. Hemen küfreden kimseye çıkışır, elinden geleni yapar, haddini bildirir. Çünkü sayılanlar insanın değerleridir. Kişi değerli gördüklerini savunur. Onlar için birçok şeyi göze alır. Ancak gözünde değersiz olan ya da yeteri manada değer atfetmediği bir şeyi kaleye almaz. Müslümanların kendi paraları için, cepleri için gösterdikleri hassasiyeti, dinleri ve davaları ya da onlara zarar veren insanlar için göstermemeleri, dinlerinin gözlerinde değerinin az olduğundan kaynaklanabilir.

Ne zaman insanın gözünde tek değerlisi; dini, davası ve Allah’ın rızası olur, işte o zaman gerekli tepkiyi, gerekli duruşu gösterir.

Bir başka vecihle de şunu eklemek gerekir. Tüccar gibi düşünmek, tüccar gibi davranmak insanı bu tavırsızlığa itmektedir. Tüccar insan kar elde etmeyi ister. Bir meseleyi kar-zarar yönü ile değerlendirir. Bundan dolayı da Müslümanlar arası ilişkiyi de bu şekilde değerlendirmektedir.

3) İdare etmenin daha faydalı olduğunu düşünmek, bunu bir iman- ahlâk meselesi olarak görmemek.

İnsanları idare etmenin, onların yaptıkları olumsuzluklara müdahale etmemenin daha faydalı olduğunu insan düşünebilir. Çünkü bu insandan maddi ve manevi bir şeyleri eksiltir. İdare etmek insana daha faydalı gelebilir. Ya da omurgasız, dik duruş sergilemeyen insanların kısa vadede bir şeyler elde ettiğini görmeleri insanı kandırabilir. Omurgasız insanlar kısa vadede bir şeyleri elde etmiş gibi gözükebilirler. Ancak kişiliklerinden uzun vadede birçok şey eksilmiştir.

İnsanın tavır belirlemesi bazen güçten yana, bazense çokluktan yana olabilir. İnsan gücün yanında, çok olanların yanında olduğunda kendini isabet etmiş zannedebilir. Ancak karakterine sinmiş olan omurgasızlık ve karakter erozyonu kendisini bir başka gün başka birçok kişinin yanına, bir başka gücün yanına savuracaktır. İnsan bunu ilk etapta faydalı görebilir. Ancak görüş ve fikir değiştirdikçe, savruldukça karakterinden ve kişiliğinden tavizler vermiş olacaktır.

Kişinin böyle düşünmesine sebep olan hususlardan biri de siyasiler olabilir. Ülkemizde, siyasiler dahi omurgasız siyaset yapmaktadırlar. Ancak yapılan siyaset kendilerine çıkar kazandırmaktadır. Birbirlerine küfreden, birbirlerinden hesap sorma yemini eden insanlar sonrasında ise bir anda duruşlarını bozarak, başka bir cenaha evrilmektedirler. Bu şekilde siyaset yapanlar toplumun aklı başındaki kesiminin dışındaki insanlar hariç, fark bile edilmemektedirler. İşte bu, her ne kadar onlara kısa vadede kazandırıyor gibi dursa da aslında uzun vadede kaybettiklerini ortaya koymaktadır.

Bizlerde böylesi cahiliye, şirk ve küfür toplumu içerisinde yaşıyoruz. Dolayısıyla gördüklerimiz, işittiklerimiz, izlediklerimiz bizlere olumsuz olarak yansıyabilmektedir. Bundan dolayı bu haslet bizlere sirayet edebilmektedir.

4) Şahsiyetin zedelenmesi korkusu, bir şeyleri göze alamama, mahalle baskısından çekinme, insanların kendisi hakkındaki düşüncelerini fazla önemseme, kınayıcının kınamasından korkmak.

İnsanın olaylar karşısında, şahıslar karşısında net tavır sahibi olamamasının sebeplerinden birisi de insanlardan çekinmesi, onların kendisi hakkındaki düşüncelerini hesap ederek hareket etmesidir.

‘Acaba falanca konu ile alakalı ya da falanca kişi ile alakalı bir şeyler söylersem insanlar ne derler?’ duygusunu ön plana çıkararak insanı asıl yapması gereken amelden, asıl söylemesi gereken sözden alıkoymasıdır. Söylemesi gerekeni söylediğinde insanların kendisini sözlü olarak linç etmesinden çekinmekte ve korkmaktadır. Hâlbuki Müslümanlar arası ilişki, İslam’dan kaynaklı bir ilişkidir. Bizi birbirimize dinimiz, rabbimiz kardeş kılmıştır. Bu kardeş kılmasının akabinde birbirimize sorumluluklar söz konusu olmuştur.

Allah Teâlâ müminlerin özelliklerini anlatırken şöyle buyurmaktadır;

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.”[7]

Allah’ın kendilerinden razı olduğu kulları, yapması gereken noktasında başkalarını hesap eden değil, sadece rabbinin rızası için hareket eden kullardır. Kınayıcıların kınamasından çekinmezler. Çünkü attıkları her adımı O’nun rızası için atarlar.

Bir rivayette ise şöyle geçmektedir;

Ubade bin Samit’ten (ranh) rivayet edildiğine göre O şöyle demiştir; “Biz Rasulullah’a (sav) istekli ve isteksiz halimizde işitip, itaat etmek, meşru dairedeki emirlere isyan etmemek, nerede olursak olalım hakkı söylemek, hakkı ayakta tutmak ve bu hususta da hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamak üzere biat ettik.”[8]

Herkesin söylediğini söylemek, savunduğunu savunmak, karşı çıktığına karşı çıkmak adaleti ayakta tutmak, hakka şahitlik etmek demek değildir. Hakkı ve adaleti ayakta tutmak tek başına dahi olsan ona şahitlik etmektir. Gördüğün yanlışa itiraz etmendir. Yapman gerekenler hususunda başka hesaplara girmeden net tavır belirlemendir.

5) Birtakım delilleri yanlış değerlendirmek.

Müslümanların kitap ve sünnetin delillerini yanlış yerlere hamletmeleri de birbirlerinde gördükleri olumsuzluklar karşısında susmalarına sebep olabilmektedir. Buraya kadar yazdığımız satırlardan şöyle bir yanlış anlaşılma çıkarılmamalıdır. Hangi Müslümanın her ne hatası olursa olsun hemen yüzüne vurmalıyız. Hayır, kastımız ya da muradımız asla bu değildir. Daha ziyade Müslümanların içerisindeki Müslümanlara, dine, İslam topluluğuna zarar veren insanlar ana konumuz.

Şeriatımız aslında bize neyi, ne kadar, nasıl yapmamız gerektiğini öğretmektedir. Müslümanlar bazen bu delilleri yanlış yerlerde kullanarak hatalı neticelere varmaktadırlar.

Aşağıda zikredeceğimiz şu delilleri yanlış anlayarak Müslümanlar söylemeleri gerekenden geri durup, net duruş sahibi olamamaktadırlar.

Enes bin Malik’in (ranh) şöyle rivayet etmektedir;

Rasulullah (sav) ile beraber oturuyorduk. Dedi ki: ‘Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.’ Bir de baktık ki Ensar’dan, abdest suyu sakalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline asmış bir adam çıkageldi. Ertesi gün olunca Rasulullah (sav) yine aynısını söyledi. Bu adam yine önceki gibi çıkageldi. Üçüncü gün olunca Rasulullah (sav) yine aynı sözü tekrar etti ve yine aynı adam ilk hâliyle geldi. Rasulullah (sav) kalkınca Abdullah bin Amr (ranh), o adamı takip etti ve ona: ‘Ben babamla münâkaşa ettim, üç gün onun yanına gitmeyeceğime yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misafir eder misin?’ dedi. Adam da kabul etti.

Daha sonra olanları, Abdullah bin Amr (ranh) şöyle anlatmaktadır;
‘Üç geceyi onunla bir arada geçirdim. Fakat gece boyunca uzun uzun ibadet ettiğini görmedim. Ancak fecre kadar, zaman zaman uyanıp zikretti ve tekbir getirdi. Onun hayırdan başka bir şey söylediğini de işitmedim. Üç gün geçince sanki onun amelini küçümser gibi oldum ve dedim ki: ‘Ey Allah’ın kulu! Babamla aramda bir ihtilâf yoktur. Fakat Rasulullah’ın (sav) senin için üç kere ‘Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.’ buyurduğunu işittim. Üç defa da sen çıka geldin. Ne gibi ameller işlediğini öğrenmek için senin yanında kalmak ve seni örnek almak istedim. Fakat senin büyük bir amel işlediğini de görmedim. Seni Rasulullâh’ın (sav) söylediği mertebeye ulaştıran amel nedir?’ O da: ‘Şu gördüğünden başkası değildir.’ dedi. Fakat ben ayrılmak için döndüğümde ardımdan seslenerek dedi ki: ‘Evet, benim amelim, senin gördüğünden başkası değildir. Ancak ben Müslümanlardan hiç kimseye karşı kalbimde en ufak bir kin tutmam ve Allah’ın verdiği herhangi bir nimet ve hayırdan dolayı da kimseye asla haset etmem.’ Bunun üzerine ‘İşte seni o dereceye ulaştıran bu halindir.’ dedim.”[9]

Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır;

“Kim arkadaşının ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter. Kim de Müslüman kardeşinin ayıbını açığa vurursa, Allah da onun ayıbını açığa vurur. Hatta evinin içinde bile olsa, onu ayıbıyla rezil eder.”[10]

Yine Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır;

“Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve haset etmeyiniz. Ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz. Bir Müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terk edip, ona küs durması helâl değildir.”[11]

Bu ve buna benzer delillerin tamamı Müslümanın kendi şahsı ile alakalı meseleler için geçerlidir. Bir Müslümanın zararı kendisini aşarak başkasına sirayet ederse, topluluğa, dine ulaşırsa o zaman bu deliller geçerli değildir.

Kişi kimse ile küs kalmamak adına, herkesle helalleşmek adına insanların yapmış olduğu hataları görmezden gelmektedir. Bir Müslümanın sergilediği tüm tavırlar, aldığı kararlar Allah (cc) için olmak zorundadır.

Örneğin kişi kendi menfaati ve ticareti için, Müslüman kardeşine üç günden fazla küsemez, kin besleyemez. Ya da Müslüman kardeşinin kendi evinde işlediği, sadece zararının kendisine olduğu günahı yayamaz, araştıramaz.

İşte böylesi delilleri yanlış anlamak insanı hatalı bir duruma sürükleyebilir. Müslümanın kızgınlığı da sevgisi de Allah için olmalıdır. Kim Allah için buğz eder, Allah için severse imanı kemale ermiş olur. Bir Müslümanı sevmek imandan kaynaklıdır. Günahkâr bir Müslümana ya da bir kafire buğz ise yine küfründen ya da fıskından kaynaklıdır.
 
6) Müslümanlar arası ilişkiyi yanlış anlama, kalbe iman ve takvanın yerleşmemesi, dava bilincinin oluşmaması.

Müslümanlar arası ilişkiyi yanlış anlamakta buna yol açmaktadır. Müslümanları birbirlerine bağlayan bağ iman bağıdır, kardeşlik bağıdır. Bu bağı yanlış anladığımızda ya da cahiliye bağları gibi, ırktan, maldan, topraktan, hizip ve gruptan zannettiğimizde yanlış tavırlar belirlemek söz konusu olacaktır.

Bizi birbirimize bağlayan şey ırk değildir ki; başka ırktan olanları, doğru yapsalar bile hatalı, kendi ırkımızı, yanlış yapsa bile doğru bilelim. Ya da bizler mafya, çete, grup değiliz ki kendi çetemizden, grubumuzdan olanları doğru, kalanları yanlış bilelim.

Bizler iman bağı ile bağlandık. Bunun üzerinde herhangi bir bağ da yoktur. Bizler bu bağı ve ilişkileri yanlış anladığımızda net tavır alamayacağızdır. Aynı zamanda kardeşlik bağı kardeşini ıslah etmeyi de gerektirir.

Aynı cemaatten olmak, aynı menhece ve akideye sahip olmak insanı gördüğü hatalar karşısında tavır almaz hale getirmemelidir. Cemaatler, topluluklar, bir araya gelen ve dağılan insanlar tek bir şey için vardır. Allah’ın rızasına ulaşmak için. Saydığımız şeylerin tamamı birer araçtır. Bizler Allah’ın rızasına ulaşmak için bir araya gelir, sonra bir başka yerde O’nun gazabını çekecek bir şeyi nasıl yaparız?

7) İstikbaldeki menfaati düşünerek menfaatçi ve sinsice davranmak.

Kişi bazen de ileride bir menfaat elde etmek kastıyla, yanlış karşısında bir tutum içerisinde olmayı tercih etmez. Kazanacağı bir dostluk, arkadaşlık ya da bir ticari kazanç için olabilir. Ya da bir topluluğu top yekûn karşısına almak suretiyle manevi bir kayba uğramak istemez. Dolayısıyla da susmak suretiyle omurgasız bir şekilde hareket eder.

8) Yapmayacağı şeyleri söylemek, söyledikleri ile amel etmemek ve vakası olmayan şeyler ile meşgul olmak.

İnsan vakası olmayan şeyleri daha hararetli savunur ya da inkâr edebilir. Vakası olmadığında, günceli olmadığında her şeyi söyleyebilir. İmtihan edilmediğinde, başına bir olay gelmediğinde bir şeyi çok daha net savunabilir, dik duruş sergileyebilir. Ancak başına bir olay geldiğinde, günceline bir mesele girip de somut bir hal aldığında aynı netlik söz konusu değildir. Bu sefer bir bulanıklık söz konusudur.

İlim talebesi olanlar ya da olmayanlar ister akideye taalluk etsin ister ahlaka taalluk etsin bir şeyi hızlıca söyleyebilirler. Ancak söylediklerini vakaya indirmeye geldiğinde ise çekingen davranır, net duruş sergilemezler.

Bir Müslümanın günceli yok iken ‘Şunu yapan münafıktır’ dediğini işitebilirsin. ‘Şunu yapan üçkâğıtçıdır, sahtekârdır’ dediğini duyabilirsin. Ancak bunu yapanları gördüklerinde ise durum değişebilir. Bundan dolayı vakası olmayan şeyleri konuşmamak gerekir. Ya da söylediklerinin bedeli olduğunu, ucunun nereye gittiğini hesap ederek konuşmak elzemdir.

Rabbim dini üzere bizlere sebat versin. Karakter sahibi, dik duruşlu Müslümanlardan kılsın. Geçmiş ümmetlerin kaypaklık, kayırma gibi hastalıklarından bizleri korusun.

Selam ve dua ile…






 
 
[1] (2/ Bakara 246)
[2] (5/ Maide 79)
[3] (5/ Maide 77-82)
[4] (Ebu Davud)
[5] (Buhari)
[6] (Müslim)
[7] (5/ Maide 54)
[8] (Buhari)
[9] (Ahmed bin Hanbel)
[10] (İbni Mace)
[11] (Buhari)
Whatsapp Destek