Kronik Çözüm Yetmezliği

Hepinizin malumudur ki geçtiğimiz günlerde Yahudi devleti İsrail, Müslümanların ilk kıblesi, Mescidi Aksa’ya saldırılar düzenlemiş ve mazlum halkı öldürmüş, yıllardır sürdüre geldiği zulme bir yenisini eklemiştir. Bunun üzerine ülkede siyasîler, sanatçılar, futbolcular, sivil toplum kuruluşları kınama mesajlarını geciktirmemiş, İsrail devletini üst düzeyden kınamak ve sosyal medyada da bu hususu gündem etmek suretiyle üzerlerine düşeni yapmışlardır. Meydana gelen bu zulüm yıllardır süregelen bir zulümdür. Bu yazdığımız şekli ile birden fazla kere bu olaylar meydana gelmiştir.

Peki, bizler için bu olaylar ne ifade eder? Bu meseleyi, insanların bu mesele üzerine vermiş oldukları tepkileri muhasebe etmemiz ve bazı dersleri çıkarmamız gerekmektedir. Bu dersler alınmadığı müddetçe Mescidi Aksa ve Filistin toprakları Yahudilerin işgalinden kurtulmayacaktır.

Öncelikle Müslümanlar yeryüzünde temkin sahibi olmadıkça zulmün hiçbir çeşidi, şekli bitmeyecektir. Müslümanların temkin sahibi olmaması, şeriatın ikame edilmemesi, zulmün ve şirkin kronikleşmesine yol açmaktadır. Yıllardır süregelen Filistin meselesi bunun en büyük örneklerindendir. Peki, Müslümanlar ne ile temkin sahibi olacaklardır. Bunun nasıl olacağını bizlere Rabbimiz bildirmektedir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”[1]

Rabbimiz bu ayette iman edip, salih amel işleyenler için üç şeyi vaat etmektedir. Ayetin son kısmında ise o kulların sadece kendisine ibadet edip, O’na hiçbir şeyi ortak koşmadıklarını da haber vermektedir. O zaman hâkimiyet ve otorite için, sahih bir iman sonrasında salih ameller gerekmektedir. Bunun neticesinde ise hâkimiyet, temkîn ve emniyet elde edilecektir.

Kişiler, toplumlar Allah’a iman edip, salih ameller ile o imanını desteklediğinde, o kavmi, insanları, topluluğu Allah Teâla yeryüzünde söz sahibi kılar. Halifelik görevini o topluluğa verir. Hâkimiyeti yani otoriteyi kolaylaştırır. Sahabe nesline baktığımızda onlar ilk etapta Mekke’de mustazaf konumunda idiler. Herhangi bir güçleri yok idi. Sözleri geçmezdi. Ancak iman edip, salih ameller ile Rabbimize yaklaştıklarında yeryüzünün hükümranlığını kademe kademe Allah Teâla onlara verdi. Bunun neticesinde ise o hayırlı nesil, yeryüzünden küfrü, zulmü ve cahiliyyeyi kaldırarak silip attı ve yeryüzünde asıl adaleti, hidayeti tesis etti. İnsanları kullara kulluktan çıkararak Allah’a kul olmaya sevketti. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“O vakti hatırlayın ki siz yeryüzünde güçsüz ve zayıf idiniz. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz.  Derken Allah sizi barındırdı, yardımıyla destekledi ve sizi temiz şeylerden rızıklandırdı ki şükredesiniz.”[2]

Allah’ın (cc) dininin önemsenmesi, şeriatına sahip çıkılması, dini konusunda duyarlı olunmasının neticesinde, Müslümanların birçok sıkıntısını direk ya da dolaylı yollardan giderileceği, bizlere vaat edilen bir husustur. Sadece yeryüzüne hâkim olmayı değil, din hususunda temkin de müminlere vaat edilmiştir. Temkin ise hâkimiyetin akabinde hâkimiyetin sürmesi, otoritenin sağlanması ve devamlı hale gelmesidir. Bu husus sağlandığında da aslında emniyet sağlanmış, yeryüzündeki müminler ve insanlar korkularından kurtulmuş ve arınmış olacaklardır. İslam şeriatı günümüz deccallerinin tarif ettiği ya da göstermeye çalıştıkları gibi korku yayan, korku pompalayan bir sistem değildir. İslam şeriatı insanların mallarını, canlarını, ırzların, dinlerini ve akıllarını koruma altına alan Rabbanî bir sistemdir.

Bir başka deyişle izah edecek olursak, yeryüzünde şeriatın ikame edilmemesi, yeryüzündeki cahilî her türlü düzenin silinip atılmaması, kâfirlerin güçlenmesi anlamını taşımaktadır. Kâfirlerin güçlenmesi ise müminlerin, mustazafların zulme uğramasına, İslam’ın kutsal yerlerinin işgaline yol açmaktadır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, bozgunculardandı.”[3]

“Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım.”[4]


“Yeryüzünde onları kudret sahibi kılalım ve onların eliyle Firavun'a, Hâmân'a ve ordularına, çekine geldikleri şeyleri gösterelim.”[5]

Bizler, bugünkü tabloyu da bizzat ayetlerde geçtiği üzere buluyoruz. Yine Firavun’un torunları müminlere, mustazaflara musallat olmuş, onları parçalayarak onlara eziyet etmektedir. Zulümlerine her gün bir yeni zulüm daha eklemektedir. Allah Teâla ise mustazaf konumunda olanlara yardım etmek ve lütufta bulunmak istemektedir. Ancak bu lütfun ve yardımın sebebi olarak, kullarının kendi dinine sahip çıkmalarını, dinini yeryüzünde uygulamalarını istemektedir. Bunun neticesinde ise iktidar vereceğini ifade etmektedir. Ancak toplumlar ise dini yaşama, uygulama noktasında adım atmayarak Allah’ı, sadece dara düştüklerinde hatırlarına getirmektedirler. Rabbimiz ise bunun neticesinde bir imtihan gereği yeryüzü halklarını sıkıntılar içerisinde bırakmaktadır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Dediler ki: "Sen bize gelmeden önce de bize işkence edildi, geldikten sonra da." Musa, "Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizi bu yerde (Mısır'da) egemen kılıp, nasıl davranacağınıza bakacaktır" dedi.”[6]

Allah Teâla müminleri, mazlumları sıkıntı içerisinde iken de, o sıkıntı ve musibetlerden kurtardıktan sonra da imtihan edecektir.

Asıl itibariyle uzun bir konu olan şeriatın ikamesinin yöntemleri hususuna dair de bir kaç cümle yazacak olursak, şeriatın ikamesi nebevî bir metod ile mümkündür. Allah Rasulü (sav) bize bu dinin hâkim kılınması noktasında neyi işaret etmiş ise bizim için yol ve metod odur. Meşru olmayan başka sistemleri kullanmak suretiyle dinin hâkim kılınması söz konusu değildir. Ulvî bir gaye için, suflî yöntemler elbette kullanılamaz. Dahası bu gaye, bu din, bu sistem Allah’ın sahibi olduğu bir sistem ve din olduğundan ötürü onu hâkim kılacak yöntemi belirleyecek olan da bizzat kendisidir.

Beşeri ideolojilerin sahipleri kendi sistemlerinin hâkim kılınmasına dair cümle sarf edebilirler ama Allah’a ait olan bir sistemin hâkim kılınma yöntemi de O’nun işaret ettiğidir. Başkalarının söz hakkı bu konuda yoktur, yok hükmündedir.  

Bu meselenin, sorunun kronikleştiğinden bahsettik. Bir mesele kronikleşmiş ise bu, insanların ele aldığı, sarıldığı çözümlerin işe yaramadığını göstermektedir. Aksi takdirde sorun kronikleşmezdi. Bu meselede fikir sahibi olan insanların tamamının Filistin meselesi hakkında basın açıklaması, kınama mesajı, protesto, İsrail konsolosluğu önünde toplanma, korna basmak suretiyle konvoy oluşturmaktan başka sundukları, sunabildikleri herhangi bir çözüm yoktur. Yıllardır bunların bir faydasının olmadığı açıktır. Eğer faydası olmuş olsaydı kronik bir problem haline gelmezdi. Bu takdirde çözümü değiştirmek gerekmektedir. Çözüm ise azınlık olan Yahudi devletinin hakkından, kendisini İslama nispet eden insanların gelmesidir. Yıllardır yapılan basın toplantıları, protestolar, hangi Filistinliyi zulümden kurtarmış ya da hangi toprağı işgalden kurtarmıştır. Bundan daha büyüğünü büyük tağutlar toplanıp yapmaktadırlar, hangi kazanımı elde etmektedirler? Koca bir hiç? Evet, koca bir hiç.

Bir başka değinilmesi gereken husus ise insanların Mescidi Aksanın özgürleştirilmesinden ne anladıklarıdır. Mescidi Aksa, Yahudi zulmünden kurtarılınca kurtarılmış olacak mıdır? Demokratlardan, diğer tüm beşeri ideolojilerden, Şii anlayışından da arındırılmış olacak mıdır? Allah’ın dini Mescidi Aksa’da hâkim olmadıkça, Allah’ın sözü herkesin sözünün üzerinde kabul edilmedikçe, bu topraklar Allah adına, din adına özgürleştirilmiş midir? Elbette ki hayır…

Bugün sadece Filistin’i, Kudüs’ü değil Mekke ve Medine içinde aynı hususu zikretmek yerinde olacaktır. Mekke ve Medine’yi kurtulmuş sayıyor muyuz? Baş belamı çıkıp Allah ve din düşmanı Amerika’yı kendilerine nispet ederek “Dünyanın iki kutbu olarak Suud ve Amerikan devleti dünyayı yönetmektedir.” derken nasıl kurtulmuş olsun. Müslümanların aleyhinde en büyük desteği yeryüzündeki müstekbirlere verirken, Allah’ın dinine ve kutsal mekânlara ihanet ederken, binlerce muvahhidi hapislerinde hesapsızca hapsederken nasıl kutsal topraklar arındırılmış sayılabilir. Bunun bir örneği de işte Filistin’dir. Filistin Yahudi işgalinden kurtulunca kurtulmuş olmayacaktır. Kutsal topraklarda bu sefer zaten şu anda da var olan Demokratlar, Laikler, Şii inanç sahipleri baş gösterecektir. Binlerce çocuğun, kadının, Müslümanın kanına giren Kasım Süleymani gibi bir alçağı şehit ilan eden Filistin liderleri o zamanda “İran ve Filistin dünyayı yöneten iki kutuptur.” diyecektir.

İslam dini asla ama asla tecezzi kabul etmez. Yani biraz İslam biraz da başka beşerî dinlerden uygulamalar, düşünceler olmaz, olamaz. Ya İslam ya Demokrasi, ya İslam ya Laiklik, ya İslam ya Komünizm, ya İslam ya Sosyalizm, ya İslam ya Rafızîlik. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır.”[7]

Bu ayetin bir benzerinde ise Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.”[8] 

İkinci ayette diğerinden farklı olarak (كُلُّهُ) lafzını getirerek, tamamı diyerek tekid etmektedir.

Bu tür olaylar insanların, toplumların adalet ya da zulüm konusunda ne kadar da ikiyüzlü davrandıklarını ortaya koymaktadır. Herkesin savunduğunu savunabilmek, herkesin söylediğini söyleyebilmek toplumumuzun olaylar karşısında sıklıkla gösterdiği reaksiyonlardan bir tanesidir. Filistin özgürleştirilmeli, halkı kurtarılmalıdır. Çocukların feryadına kulak verilmelidir. Peki ya Suriye ve Irakta ölen çocuklar, esir edilen kadınlar, zulmedilen halklar hakkında ne yapılmalıdır? Bu topraklarda meydana gelen olaylar zulüm değil midir? Bu bölgeler İslam adına bir kutsallık taşımamakta mıdır? Bu topraklarda da zulüm vardır. Mazlum ve mustazaf insanlar katledilmektedir.

Bugün imkân olmadığını bildiği için Filistin’e cihad narası atan insanlar, Filistin için şehitlik mısraları dizenler milyonu geçen mağdurlarıyla Suriye ve Irak için ses etmemektedirler. Bu hak ve batıl adına ikiyüzlüce bir tavırdır. Tağutların izin verdiği ya da destek olduklarını savunmak ya da onların öfkelendikleri hususları sümen altı etmek, hakkı ayakta tutmak, zulme ses çıkarmak değildir. Müminler hakkı, batılı, adaleti, zulmü tağutlardan ve onların destekçileri toplumlardan mı öğreneceklerdir?

Bugün toplumumuz neredeyse tüm fertleriyle akıl tutulması yaşamaktadır. Düşünün Irak için tezkere isteyen siyasiler bugün Filistin için ağıt yakmaktadır. Yöneticiler bir yandan İsrail’in güvenliği için kararlar alırken diğer yandan “Filistin bizim kırmızı çizgimizdir” demekten de vazgeçmemektedirler.

En büyük akıl tutulmasını ise daha tarihleri on yılı aşmayan, arşivlerini hepimizin hatırladığı İslami cemaatler yaşamaktadır. Suriye ve Irak mazlumlarını zamanında terk edenler, bugün Filistin için, Kudüs için, Aksa için twitterda aslan kesilmektedirler. Bu apaçık bir akıl tutulmasıdır. Zulmün tamamına karşı çıkarız derken insanların, cemaatlerin kastettikleri şey; insanların çoğunluğunun karşı çıktığı zulmün tamamına karşı çıkarız. Bizden çok fazla bir götürüsü olmayan zulümlere karşı çıkarız. Cemaatimizin ya da bizim meşruluğumuza zarar vermeyecek zulümlere karşı çıkarız. Siyasî konjonktürün gerektirdiği, tağutların ses etmediği zulümlere karşı çıkarız. Meşruluğumuzu zedeleyecek olursa ya da bize bir faydası olmayan zulümlere kim ne yaparsa yapsın deriz.  

Yeryüzündeki zulümlerin tablosuna şöyle bir kısaca değinelim mi?

Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre, 2011 yılında başlayan savaşta, bugüne kadar 387 binden fazla kişi hayatını kaybetti.

Ülkesini terk etmek zorunda kalan 5,6 milyon kişinin önemli bir kısmı Türkiye, Lübnan ve Ürdün’e sığındı. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne göre, bu sığınmacıların en az bir milyonunu çocuklar oluşturuyor.

İç savaş yüzünden ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalan 6,7 milyon kişinin önemli bir kısmı kamplarda yaşamak zorunda kaldı.

Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre, 100 bine yakın mahkûm cezaevlerinde işkence yüzünden hayatını kaybetti. Cezaevinde bulunanların sayısı 100 bini bulurken, 200 bini aşkın kişiden ise hala haber alınamıyor.

ABD'nin Rhode Island eyaletindeki Brown Üniversitesi Watson Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü'nün yayımladığı "Costs of War (Savaşın Maliyetleri)" adlı rapora göre, ABD öncülüğündeki uluslararası güçlerin Afganistan'da operasyon başlattığı Ekim 2001'den Amerikan askerlerinin Afganistan'tan ayrıldığı Nisan 2014'e kadar Afganistan'ta yaklaşık 68 bin, Pakistan'da 82 bin, Irak'ta da 204 bin kişi olmak üzere toplam 354 bin kişi öldü.

Suriye’de PKK’nın bir uzantısı olarak devletleştirilen PYD’nin elindeki yarı hapishane kamplardaki kadın ve çocukların sayısı ise 62 bindir. Bu kampta yaklaşık 54 farklı milletten insan mevcut.

Bu rakamlar aslında zulmü anlatmaya yeterli gelmez. Ancak biraz olsun tasavvuruna fayda sağlayacaktır. Rakamları paylaşan kurum ve kuruluşların da zulme lâl kesilenlerin bir bölümü olduğunu göz önünde bulunduracak olursak rakamların, hakikati yüzde yüz yansıtmadığını anlamış oluruz. İşte buralarda da çok büyük zulümler meydana gelmektedir. Ancak hiç kimse bunları dile getirmemekte ve üzerine basmamaktadır. Çünkü buralardaki zulümleri dile getirmek ya da dikkat çekmek sizi toplum ya da siyaset önünde Talibancı, Işidci yapar ve meşruluğunuzu zedeler. Bundan dolayı da insanlar ikiyüzlüce davranarak bu zulümleri ağızlarına dahi almazlar.

Yine bir başka yapılması gereken tahlil, herkes canı yandığı zaman şeriate ihtiyacı olduğunu anlayıp dile getirmektedir. İnsanlar canı yandığı zaman Kur’an’dan, Rasulullah’tan (sav), şeraitten dem vurmaktadırlar. Bunun harici zamanlarda ise heva ve heveslerine geri dönmekte, çıkışlarını beşerî, insan ürünü ideolojilerde aramaktadırlar. İnsanlar bir vahşete, bir cinayete tanık olduklarında, insanlar birbirlerini vahşice öldürdüğünde idam çağrısında bulunmaktadırlar. “Bunların ikisini sallandıracaksın. Görecek hepsi” diye birbirlerini telkin etmekte, birbirlerini tabiri caizse gaza getirmektedirler. Ya da bir kişinin malı çalındığında o kimseyi şöyle derken bulursun; “Ellerini keseceksin bak bakalım bir daha olur mu? Ama nerede…”

İşte bir benzeri durum Filistin meselesinde yaşanmaktadır. Kâfirler Müslümanların üzerlerine çullandığında Allah’ın cihad ayetleri insanların aklında canlanmaktadır. Hatta bazı günümüz ilahiyatçıları istişhad eylemleri gibi hususlara bile fetva verir hâle gelmektedir. İnsanların gaza gelerek “Açın kapıları yürüyelim.
Tükürüğümüzde boğarız. Kaç nüfusu var ki?” dediklerini görürsün. Ama insanın İslam şeriatına her zaman ihtiyacı olduğunu insanlar unuturlar. Unutmazlar aslında bilirler ancak kendilerine de onun dokunacağından sadece başkalarını cezalandırmak için bir sopa niyeti ile görürler. Çünkü kendilerine de dokunur bir gün o şeriat, bilirler. Bu yüzden sadece ara ara başkalarını cezalandırmak için şeriat isterler.

Toplumumuzda şu anda cinayetler, tecavüzler, hırsızlıklar, yolsuzluklar ve daha birçok suç ve suç unsuru artmış, yayılmıştır. Peki, bunun için neye ihtiyaç vardır. Tüm insanlığın yaratıcısı olan, ezelî ilmi ile onların her halini bilen Rabbimizin şeriatına, ahkâmına ihtiyaç vardır.

Şeriat asıl itibariyle suçluları cezalandırmaktan daha ziyade insanların mallarını, canlarını, ırzlarını, dinlerini ve akıllarını korumak için gelmiştir. Suçlulara ceza verirken de öncelikle bu hususları korumak gayesiyle ceza verir. İkinci bir murad ise suçluya ceza vermektir. Hırsıza cezayı insanların mallarını korumak için, mürtede cezayı toplumun dinini korumak için, zina edene recmi ırzları korumak için vermektedir. Şeraitte toplumların maslahatı ferdin maslahatından önce gelmektedir. Bu zikrettiklerimizde bunun bir tezahürüdür.

Allah’ın kitabı Kur’an ve Rasulullah’ın (sav) sünneti, birçok mesele hakkında 1400 küsür yıl önce bazı hakikatleri ortaya koymuş ve yanılmamıştır. İnsanlık ise bunları nasıl ki sonradan keşfedip, tıp ve bilimin ilerlemesi ile buluyorsa, bugünde Yahudiler hakkında Rasulullah’ın (sav) isabet ettiğini yeni keşfetmektedir. Biraz bu zikrettiğimiz ironi doludur. Sad bin Muaz’ın onların hakkındaki hükmü ve Rasulullah’ın (sav) uygulaması ortadadır. Bırakın insanlar bazı şeyleri yeni keşfediyor, yeni çözümler arıyor olsun.

İnsanların böylesi durumlarda Kudüs’ü Haçlılardan kurtaracak yeni Selahaddinler, Rum krallarına yaptığı hadsizlikleri bildirecek Harun Reşidler, bir kadının feryadı için ordu hazırlatan Mu’tasımlar beklemesi normaldir. Müslümanları eski izzetlerine kavuşturacak, yeryüzünde Müslümanları hâkim kılacak yeni önderler beklemeleri tabiîdir.

Ancak Rabbimiz bununda bize gereğini şöyle ifade etmiştir.

“Sabredip ayetlerimize kesin olarak inandıkları zaman, içlerinden emrimizle doğru yola ileten önderler-imamlar çıkardık.”[9]

Kur’an’ın birçok yerinde İsrâiloğulları’na verilen nimetlerden ve kendilerine sağlanan üstünlükten söz edilir. Fakat burada da vurgulandığı üzere içlerinden doğru yolu gösteren rehber ve önderler çıkarılması şeklinde ortaya çıkan bu büyük nimet, onların sağlam bir imana sahip olmaları ve Allah’ın buyruklarına uyma hususunda güçlüklere karşı direnmeleri, inançlarını muhafazada azim ve sebat göstermeleri şartına bağlanmıştır. Bu niteliklerini kaybettiklerinde nimeti ve ilâhî desteği de hak etmez duruma düşmüşlerdir. Onların bu konudaki zaaflarına da Kur’an’da değişik vesilelerle değinilmiştir.

Ayetin “lemmâ saberû” şeklindeki kısmı “limâ saberû” şeklinde de okunmuştur; bu sebeple belirtilen kısma birinci kıraate göre, “iman edip sabrettikleri zaman, sürece” manası verilebileceği gibi ikinci kıraate göre “iman edip sabrettikleri için” anlamı da verilebilir.

İşte bunun sorumluluğu da biz Müslümanlardadır. Allah Teâla kullarını kâfirlerin ve zalimlerin elinde bırakmak istemez, ancak bir imtihan gereği onları sıkıntıya duçar eder. Ve bu sıkıntıların sona ermesi, nihayet bulması bizim ile Allah arasındaki yakınlığın neticesidir.

Rabbim yeryüzündeki tüm mazlum mustazafları kafirlerin elinden kurtarsın. Onların sıkıntılarını en kısa zamanda gidersin. Allahumme Amin.

Bir sonraki sayıda görüşmek duasıyla…


 
 
[1] (24/Nur 55)
[2] (8/Enfal 26)
[3] (28/Kasas 4)
[4] (28/Kasas 5)
[5] (28/Kasas 6)
[6] (7/Araf 129)
[7] (2/Bakara 193)
[8] (8/Enfal 39)
[9] (32/Secde 24)
Whatsapp Destek