Laikliğin Doğuşu (2)

Sistemlerin en adaletlisi olan İslam şeriatını kulları için var eden Allah’a (cc) hamd olsun. Salat ve selam şeriatı bütünüyle uygulayan Allah’ın (cc) Rasulü Muhammed’in ve ona güzellikle tabi olanların üzerine olsun.
Şeytani bir sistem olan laisizmin doğuş sürecini aktarmaktaydık. Şeytan, Âdem’in (as) yaratılışından buyana insanın en büyük düşmanıdır. İnsi şeytanlardan olan yardımcıları ile birlikte insanoğlunu rabbine karşı isyan etmesini sağlamak için her türlü yolu denemektedir.
ثُمَّ لَـَٔاتِیَنَّهُم مِّنۢ بَیۡنِ أَیۡدِیهِمۡ وَمِنۡ خَلۡفِهِمۡ وَعَنۡ أَیۡمَـٰنِهِمۡ وَعَن شَمَاۤىِٕلِهِمۡۖ وَلَا تَجِدُ أَكۡثَرَهُمۡ شَـٰكِرِینَ
“Sonra kesinlikle onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Çoğunu şükredici bulamayacaksın.”[1]
İnsan şükretmesin diye bütün bu çaba… Çünkü şeytan rabbine şükretmedi. Şeytan kibirlendi, rabbi onu nimetler ile donattı ancak o itaat yerine isyanı seçti. Şeytanın insanı aldattığı metotlarından biride hakkı gizleyip sanki iki kötü arasında kalınmış gibi iki kötünün içinden insanı seçim yapmaya zorlaması. İşte laikliğin doğuşunda bu profesyonel aldatma yatmakta. Şeytan ve dostları batı toplumuna ölümü gösterip sıtmaya razı etmişlerdir.     
Batı toplumu roma imparatorluğu döneminde köle durumundaydı. Feodal düzen, kendisini var eden toplumsal koşulları yaratan Batı Roma İmparatorluğunda köleci düzenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Roma imparatorluğunda kırda ki toprak sahipleri topraklarını kölelerine işletiyorlardı ve bu ürünleri için Pazar bulmaları Roma’nın ticaret yollarına hâkimiyetinden dolayı kolay oluyordu. Aynı zamanda romanın fetihleri sürüyor, bu fetihler neticesinde elde edilen gelirler devlet için yeterli oluyordu ancak bu fetihlerin sonlanması veya azalması ile birlikte roma kısır bir döngüye girdi. Devleti idare edecek maddiyat bulmakta zorlanması ve ticaret yollarının Cermen[2] istilasına uğraması neticesinde alım gücüde çok azaldı. Bütün bu olumsuzlukların üzerine roma devleti halkın üzerine vergi yükünü artırdı. Bütün bu gelişmeler foedal toplumu ortaya çıkardı.
Romanın aksine, beodalizm ya da derebeylik bir çeşit, merkeze kısmen bağlı yerel hükümetler sistemidir. Bu sistemde kral mutlak egemen değildir. Birtakım anlaşmalar ile toprak sahipleri krala bağlılıklarını ilan eder ve yerel yönetimi sağlardı.
Orta Çağ Avrupa’sında halk için sosyal hayatın işleyişi toprak sahipleri adına sadece çalışmaktan ibaretti. Derebeyleri[3] ve krallar fakir ve cahil halkın üzerinde otoritelerini kurmuşlardı. Orta çağ Avrupa’sında en önemli varlık topraktı. Krallar bu piramidin en üstünde olanlar olarak bütün toprakların sahibi konumunda idiler. Bu toprakları kendisine vergi ve askeri destek karşılığında dük denilen zengin insanlara pay ediyordu. Toprak sahiplerinden biriside kiliseydi. Kilisenin bu iki taraftan azımsanmayacak derecede toprağı vardı. Yani bir feodalde kiliseydi.
Bu köylülerin topraklarını ve köylerini terk etmeleri yasaktı. Bu ortamda doğan bir çocuğun şimdiden yapacağı meslek belli idi; ağanın toprağında karın tokluğuna çalışmak.
Senyörler[4] her türlü yargı yetkisine sahiptir. İdarî ve cezaî kararlar verebilirler. Malikane dâhilinde suç işleyen kimseleri yargılar, teşekkül eden örf ve âdetleri de dikkate alarak çeşitli cezaların infazının gerçekleşmesini takip eder, bazı hallerde serfe[5] tahsis edilen toprakları kendi özel çiftliğine dâhil ederek sömürüyü azami noktasına çıkarabilirlerdi. Dolayısıyla senyör ile serf aynı mahkemelerde yargılanamaz ve cezalar arasında adaletten bahsedilmesi mümkün değildir. Evlenmeler de, batı Avrupa feodal sisteminde senyörün müsaadesine tâbidir. Serf malikânenin demirbaş işgücü niteliğine sahip olduğundan onların başka bir senyörün serfi veya hür bir insanla evlenmesi ve doğacak çocukların emeğinden faydalanması tehlikeye gireceğinden ya evlenmelere müsaade edilmez veya önemli bir miktar tazminat alınması kaideleri uygulanmaktaydı.
Feodal kurumların tipik haliyle ortaya çıkması ilk olarak Frank Karolenj İmparatorluğu'nun bünyesinde gerçekleşti. Bu nedenle Fransa feodalizmin anavatanı sayılabilir.
Britanya Adasını istila eden Normanlar (1076), feodalizmi İngiltere'ye taşıdılar. Diğer bölgelerin aksine İngiltere'de feodalizmin yukarıdan aşağıya doğru kurulması, İngiltere'de merkezî otoritenin nispeten daha güçlü olmasına yol açmıştır.
Feodalizm Roma ve Cermen uygarlıklarının bir sentezi olarak ortaya çıktığından, Roma uygarlığının bir parçası olmayan Almanya'da geç oluştu. Feodal kurumların Almanya'ya yerleşmesi Frank Karolenj İmparatorluğu'nun parçalanmasından sonra 12. yüzyılda gerçekleşti.
İspanya'daki Roma düzeninin bozulmasıyla Müslümanların burayı ele geçirmesi arasında sadece iki asırlık bir süre olduğundan, İspanya feodal kurumlarını oluşturamadan İslam egemenliğine girdi. Bu nedenle İspanya'daki siyasi kurumlar, Avrupa'nın geri kalanından çok farklı biçimde gelişti. Frank Karolenj İmparatorluğu'na bağlı kalan kuzeydeki Katalonya bölgesi haricinde İspanya'nın büyük bölümünde feodalite oluşmadı.[6]
Kilisenin feodalizmi
Tahrif tahrifi doğurur; Hristiyanların dinlerine ve kitaplarına sahip çıkmamaları, inancı şeriatten ayırıp değersizleştirmelerinin altında yatan sebeplerden biriside “din adamı” diye adlandırılan ve sanki dinin kendilerine din hakkında dilediğini söyleme salahiyeti verdiği düşünülen, kilisenin adamlarına dinlerini tamamen teslim etmeleridir. Allah’ın (cc) indirdiği dinde asla din adamları adı altında kendilerine adeta helal ve haram belirleme yetkisi verilen şahıslar yoktur. Bilakis vahye bağlı, rabbinden korkan, ilmi hevaya değil vahye dayalı olan Allah’ın (cc) veli kulları vardır. Hristiyanların anladığı gibi bu kullar dinin yükümlülüklerinden sorumlu olmayan din hakkında dilediklerini konuşan kullar değil aksine Allah’ın sınırlarını aşmama hususunda herkesten daha fazla gayret gösteren ve iyiliği emretme, kötülükten alı koyma görevi yapan kullardır.
Din adamlarına verilen bu ayrıcalık, avam halk tarafından itiraz edilen bir konu değildi. Din adamlarının söylediği sözleri dine ait kutsallar olarak kabul etme hususunda bir tereddütleri yoktu.

“Onlar Allah’ı bırakıp din bilginlerini, abidlerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. (Oysa) onlar yalnızca bir olan ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka (ibadeti hak eden) hiçbir ilah yoktur. (Allah) onların şirk koştuklarından münezzehtir.”[7]
Din adamlarına verilen bu ayrıcalık İsa’nın (as) Allah (cc) tarafında aldığı vahyi ilahi olmaktan çıkarmış beşerin uydurduğu bir dine çevirmiştir. Bu yeni dinde kâhinlik ve ruhban sınıfı ortaya çıktı. Başlarında papanın olduğu bu kâhinler, insanlarla Allah (cc) arasında aracı konumuna geliverdiler. 

“Sonra, onların peşinden giden resûllerimizi art arda gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da peşlerinden gönderdik. Ona İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerinde şefkat ve merhamet kıldık. Bidat olarak ortaya koydukları ruhbanlığı (hayattan el etek çekip yalnızca ibadetle meşgul olmayı), biz onlara farz kılmadık. Allah’ın rızasını elde etmek için (dinde bir yenilik olarak) yaptılar, onun da hakkını vermediler. İçlerinden iman edenlere ecirlerini verdik, onların birçoğu ise fasıklardır.”[8]
Kilise kutsaldır, bu düşüncenin temelinde Allah’a ve İsa’ya (as) iftira atarak uydurdukları, İsa’nın (as) yarı tanrı yarı insan olduğu inancı yatmaktadır. Kilisenin iddiasına göre İsa (as) “Ben otoritemi kiliseme bağışlıyorum” demiştir. Bir çocuk ancak bir papaz tarafından vaftiz edilirse Hristiyan sayılır. Günahları affedecek olanda papazdır. Bu durum en ücra bir mezradaki papaz için böyle ise papanın yetkilerini ve kutsallığını! hayal etmek güçleşmektedir.

“Ey Ehl-i Kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah’a dair hak olandan başka bir söz söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın Resûlü ve Meryem’e (babasız doğması için “Ol!” diyerek) ilka ettiği kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Allah’a ve resûllerine iman edin. “(İlahımız) üçtür.” demeyin. (Bu batıla) son verin. (Bu) sizin için daha hayırlı olur. Ancak Allah tek bir ilahtır. O bir çocuğunun olmasından münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların tamamı O’na aittir. Vekil olarak Allah yeter.”[9]
İşte Avrupa’nın, zaten fıtrata aykırı olan kula kul olmasının yanında adeta insanların iradelerini de çalan bu azgın otoriteye karşı çıkması ve bu zilleti boyunlarından çıkarıp atması çok doğal bir süreçti. Batılı insanın bu otorite karşısındaki zilleti dinlerine sahip çıkmamanın bir sonucudur.
Charles Dickens roman üslûbuyla yazdığı “İki Şehir” adlı eserinde, Fransız Devrimini hazırlayan sebepleri ve ondan önceki olayları anlatırken din adamlarının insanları ruhi bakımdan zelil düşürme çabalarını göstermek üzere şöyle bir tablo aktarır:
“Şimdikinin Paris'ine benzemeyen o zamanların Paris'indeki bir cadde... Yağmur bardaktan boşanırcasına yağmakta, yol çamurla dopdolu, pislik ve kirlilik etrafı kaplamış. Böyle bir caddeden Kardinal'ın atlı alayı geçmekte. Yolun her iki tarafına halk hınca hınç... Korku dolu ve titrek kalplerle bu tabloyu gözetlemekte ve alayın başlarının hizasına gelecek o müthiş anı beklemekte: gelir gelmez huşu -veya zillet- ile bu saygıdeğer alayın önünde eğilmekte. Hatta yerlere varıncaya kadar eğilmeyi sürdürmekte: yani çamurlara ve pisliklere kadar varmaktadır.”
Kilisenin aklı prangaya vurması
İnsanların din hususundaki her türlü tasarrufu kiliseye vermesinin sebeplerinden bir tanesi de bu dinde ancak papazların/kâhinlerin bilebildiği sırların olmasıdır. Tahrif olmuş Hristiyanlık inancında asla tartışılması mümkün olmayan sırlar ve insanın asla anlayamayacağı derecede girintili ritüeller vardır. Oysaki inanç/akide o kadar yalın ve anlaşılır olması lazımdır ki temyiz yaşındaki bir çocuk ile 100 yaşında bir insan anlamada asla zorluk çekmemelidir.    
Kilise bu sırlı inancın çabucak çökmesini engellemek için aklı/düşünmeyi tamamen köreltti. Hâlbuki İslam bize aklı çalıştırmayı, düşünmeyi, araştırmayı tavsiye etmektedir. Özellikle akide ile alakalı hususlarda bilmece vari ve kapalı hiçbir hususa kullarının inanmasını istememiştir. Böylelikle her bir kalp o akideyi tam anlamı ile kuşatabilsin, her bir kalp rahat ve huzur ile onu kabul edebilsin. Rabbimiz bazı ibadet çeşitlerinde kullarına hikmeti bildirmemiş kapalı bırakmıştır. Kilise ise bu hususu akidede yapmıştır.
بَلِ اتَّبَعَ الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍۚ فَمَنْ يَهْد۪ي مَنْ اَضَلَّ اللّٰهُۜ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ

“(Hayır, öyle değil!) Zulmedenler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın hevalarına/arzularına tabi oluyorlar. Allah’ın saptırdığını kim hidayet edebilir? Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.” [10]
Zincire vurulmuş bu akılların isyan etmeden ve başkaldırmadan ebediyete kadar prangalanmış olarak kalması mümkün olabilir miydi?
Kilisenin insanların mallarını sömürmesi
Laikliğin doğuş serüvenini en önemli köşe taşlarından bir tanesi de kilisenin mali olarak çok bolluk içinde olup buna rağmen fakir halkada ağır vergiler koymaya devam etmesidir.
Orta çağ Avrupa’sında feodalizm siyaseti hâkim olduğunu aktardık. Köylüler toprak sahiplerine çalışıyorlardı ve yaşadıkları yerlerden çıkmaları yasaktı. Üstelik karın tokluğuna çalışıyorlardı hiçbir hakları yoktu. Ancak kilise bu toprak ağalarına karşı inananlarının yanında mı oldu dersiniz! Hayır! Bilakis zamanın en büyük feodallerindendi.
İnanlara zühdü, takvayı ve hatta fakirliği emreden bir kilise vardı. Fakirlik cennete girmenin yegâne sebebi olarak aktarılmaktaydı. “Göklerin melekutunu elde etmek isteyen kimseye, arpa ekmeği ile köpeklerle birlikte çöplüklerde bile uyumanın fazla geleceğini” belirten, “Hiçbir zaman kemrelerinizde ne altın ne gümüş, nede bakır taşımayınız. Yola çıkarken azık hazırlamayınız, iki tane elbiseniz olmasın, ne bir ayakkabınız ne de asanız bulunsun”[11] diyen din adamlarının halini ise Kresson “Ahlaki problem” adlı kitabında şu şekilde aktarmaktadır:
  “Fakirlik, alçak gönüllülük, kanaatkârlık, perhiz yapmak, tanrıdan korkmak ve merhamet gibi Mesihliğin öngördüğü faziletli davranışların tamamı müminler, papazlar, kutsal kimseler ile hutbe ve öğütler için hayırlı olmak üzere söz konusuydu. Yüksek seviyedeki din adamları ile büyük ruhanilerin ise bundan daha farklı bir yaşayışları vardı: Kadınlarla zarafet süsü verilen şekilde konuşmalar, özel meclislerde şöhret, arabalara, hizmetçiler, muazzam kar ve gelirler büyük mevkiler ve kibirli tavırlar.”[12]
 Will Durant da şöyle der:
“Kilise, en büyük arazi sahipleri arasında yer aldı. Avrupa'nın en büyük feodal beyleri Kiliseliler arasında ortaya çıkmaya başladı. Mesela Velda manastırı on beş bin tane küçük saraya sahip idi. St. Goll Manastırı iki bin arazi kölesine (serf) sahipti. Bir din adamı olan Alquin Feitor yirmi bin köleye sahipti. Rahip ve manastırların başkanlarını o tayin ederdi. Tayin ettiği bu başkanlar da diğerleri gibi ona bağlılık yemini yaparlar, bunlara da feodalitenin alışılmış ünvanlarından dük, kont ve benzeri ünvanlar verilirdi. Böylece kilise feodalizmin bir parçası haline dönüşmüştü.
Kilise'nin sahip olduğu mülkler, onun hakları ve feodalizmden kaynaklanan yetkileri, dinine bağlı her Hristiyan’ı utandıracak, dinin dışında olan kimselerin ise alay edecekleri bir konu olmuş, Papa ve kardinaller arasında tartışma ve zor kullanmanın sebebi haline gelmişti.”[13]

“Ey iman edenler! Hahamlardan ve râhiplerden pek çoğu halkın mallarını haksız yollarla yemekte ve insanları Allah yolundan alıkoymaktadırlar. Rasûlüm! Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onları elem verici bir azab ile müjdele!”[14]

Velhamdulillah           
DEVAM EDECEK…




 
 
[1] (7/A’râf 17)
 
[2] "Barbarlar" toplulukların, devletlere ya da şehir devletlerine düzenledikleri saldırılara verilen addır. Burada barbar kavramı, günlük kullanımdaki anlamından farklı bir bağlamda kullanılır. https://tr.wikipedia.org/wiki/Barbar_ak%C4%B1nlar%C4%B1
[3] Senyörler
[4] Ortaçağda Avrupa’da geniş toprakları olan kimse, derebeyi.
[5] Orta çağ Avrupası'nda, miras yoluyla kendisine tahsis edilen arazide toprak ağası adına çalışan köylü.
[6] https://tr.wikipedia.org/wiki/Feodalizm
[7] (9/Tevbe 31)
[8] (57/Hadid,27)
[9] (4/Nisa 171)
[10] (30/Rum 29)
[11] Markos İncili, 10-22
[12] Ahlaki Problem, 167
[13] Uygarlığın Serüveni XIV, 425
[14] (9/ Tevbe, 34)
Whatsapp Destek