Müslümanlarda Yahudileşme - 10 Ahitlerini Bozmaları

Kur’anda İsraoğullarının sıklıkla zikredilen özelliklerinden birisi de verdikleri sözleri bozmaları, sözlerine riayet etmemeleridir. Allah Teâlâ kendilerinden Allah’a kulluk etmeleri, peygamberlerine yardım etmeleri, rablerinin sınırlarına riayet etmeleri üzerine sözler aldı. Ancak İsrailoğulları zorluğu gördüklerinde bu sınırları aşarak, sanki söz vermemişçesine hareket ettiler, sözlerini bozdular. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Onlar ne zaman bir antlaşma yaptılarsa, içlerinden birtakımı o antlaşmayı bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez.”[1]

Bu Yahudilerde ahlak halini almış bir davranıştır. İnsanlarda sözlere riayet etmemek bir davranış halini aldığında o sözün muhatabının kim olduğunun çok bir önemi yoktur. Sözüne riayet etmeyen insan kullara verdiği ahitleri de, Rabbine karşı verdiği ahdi de hatta kendi nefsine verdiği sözü dahi çiğneyebilir. Çünkü bu artık o kimsede bir davranış halidir.

İsrailoğulları da bu vasıf ile vasıflanmışlardı. Bu onlarda bir davranış biçimine dönüştüğünden, Allah Teâlâ’ya ya da peygamberlerine söz verdiklerinde cayarak onu bozmuşlardır. Bu vasıf onların insan ilişkilerinde de ön plana çıkmaktaydı. Nitekim Rasulullah (sav) de Medine’de Yahudi kabilelerinden büyük ihanetler görmüştü ve onlar Rasulullah (sav)’e verdikleri sözden caymışlardı.

Rabbimiz bir başka ayetinde ise şöyle buyurmaktadır;

“Hani dağı sanki bir gölgelikmiş gibi onların üstüne kaldırmıştık da üzerlerine düşecek sanmışlardı. (Onlara:) “Size verdiğimiz Kitab'a sımsıkı sarılın ve onun içindekileri hatırlayın ki Allah'a karşı gelmekten sakınasınız" demiştik.”[2]

Rabbimiz onlardan söz alıp onlar da buna riayet etmediklerinde onların üzerlerine dağı kaldırdı ve itaat etmelerini bekledi.

Seyyid Kutub (Allah O’na rahmet etsin) bu konu ile ilgili ayetlerin tefsirinde şöyle der; 

“İnanç meselesi gevşeklik ve kaypaklık kaldırmaz. Ciddiyetsizlik, alaycılık, umursamazlık ve yarım-yamalak çözüm kabul etmez. O, yüce Allah ile müminler arasında imzalanan bir ahid, bir kesin sözleşmedir. Bu itibarla son derece ciddi ve gerçektir. Ciddiyetsizliğe ve kaypaklığa hiç tahammülü yoktur. Bu taahhüdün, sözleşmenin ağır yükümlülükleri vardır. Fakat bu onun tabiatı gereğidir. O son derece önemli, şu evrende var olan her şeyden daha önemli bir meseledir. Buna göre, insanın ona ciddî, kararlı, yükümlülüklerinin bilincine varmış, tüm gücünü ve azmini yoğunlaştırmış ve bu yükümlülükleri noktası noktasına yerine getirmeye kesin biçimde niyetlenmiş olarak sarılması gerekir. Bu yükümlülük altına giren kimsenin, rahat, sorumsuz ve başıboş hayata veda ettiğini idrak etmesi gerekir.

“Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırlayın ki, takva sahiplerinden olasınız.”

Demek ki, bu taahhüde kuvvetle, ciddiyetle, yoğunlaştırılmış duyguların kararlılığı ile sarılmak gerektiği gibi onun içeriğini hatırda tutmak, mahiyetinin bilincine varmak ve bu mahiyete göre biçimlenmek de zorunludur. 

Çünkü bu ilâhi taahhüt başlı başına bir hayat tarzıdır. Kavram ve bilinç olarak kalpte yer eden, pratik bir düzen olarak hayatta yerini alan, edep ve ahlâk kuralı olarak davranışlara yansıyan, takvaya, yüce Allah'ın gözetimi karşısında duyarlı olmaya ve akıbet endişesini hissettiren kendine özgü bir hayat tarzı.

Ama heyhat! Yahudiyi bilinen karakteri bir kere daha yakaladı, geleneksel tiynetine bir kez daha yenik düştü.”[3]

Allah Teâlâ sadece Yahudilerden söz almamıştır. Bizim ümmetimizden de almış olduğu sözler vardır. Bu konu ile alakalı olarak Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve "işittik, itaat ettik" dediğinizde ona verdiğiniz ve sizi kendisiyle bağladığı sağlam sözü hatırlayın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir.”[4]

Müfessirler bu ayetin tefsiri ile alakalı bahsi geçen sözün her insandan henüz daha yaratılmadan önce alınan “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna cevap olarak alınan söz olabileceği gibi müminlerin peygamberimize Akabe’de, Hudeybiye’de ve diğer aşamalarda verdikleri sözler olabileceğini de söylemişlerdir. Müminler efendimize iman ederek ve beyat ederek tasada, kederde, darlık ve bollukta kendisine destek vereceklerine dair söz vermişlerdi. İmam Taberî bu ikinci tefsirin bağlama daha uygun olduğunu ifade etmektedir.

Ümmeti Muhammed ile İsrailoğullarını birbirinden ayıran temel özelliklerden birisi de kendilerinden peygamberleri, dinleri ve Rableri bir istekte bulunduğunda ya da bir emir, sorumluluk yüklediğinde İsrailoğullarının “İşittik isyan ettik” demeleri, bizim ümmetimizin ise “İşittik ve iman ettik” demesidir.

Hepimiz tarafından bilinen bir gerçektir ki kişinin ağzından çıkanlar ile amel etmediği takdirde bir değer ifade etmez. Ağzımızdan bizim ümmetimize ait olan kelimeler çıksa da dinimizin üzerimize yüklediği sorumluluklardan kaçarak hareket edecek olursak, dinin hizmet çağrısına icabet etmeyecek olursak bizler de elbette Yahudileşeceğizdir.

Her ne kadar elimizi peygamberin elinin üzerine koyarak beyat etmesek, O’nun bizzat şahsına söz vermesek de, bu dinin bizden istekleri, bizim kendimizi bu dine nispet etmemizden ve bu ümmete mensup olmamızdan ötürü bizler de söz verenlerden sayılmaktayız.

Şimdi durup düşünelim. Kitabımız olan Kur’an hayatımızda ne kadar var? Kitaba bağlı kalacağımıza dair sözümüze riayet ediyor muyuz? Kitabın ahkâmı ile alakalı üzerimize yüklenen sorumlulukları ne kadar taşıyabiliyoruz? Allaha iman etmek, kitaba iman etmek Allah’a verdiğimiz bir söz değil midir? Allah’a iman etmek ya da sabah akşam zikirlerinde yaptığımız “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, peygamber olarak Muhammed’den (sav) razım oldum” demek basit bir cümleden mi ibarettir ki kitaba dönmeden, ondan bihaber yaşarak bu ömrü bitirebilelim?

Mahiyetini anlamadan ve bilmeden verilen sözler insanı mahcup eder. Velev ki verilen bu söz, insanın kendi nefsine verdiği söz dahi olsa. İman etmenin, bu ümmete mensup olmanın mahiyetini anlamak bizlerin ilk etapta farkına varamadığı bir gerçektir. Akide, iman, tevhid gibi kavramlar bizler tarafından sadece bir takım dünya görüşlerimizin ve siyasi düşüncelerimizin değişmesi gibi anlaşılmaktadır. Hâlbuki durum böyle değildir. Bu din bizden o dini yaşamamızı, o dini anlatmamızı ve o dine hizmet etmemizi ister ki bunların hepsi meşakkat, zorluk ve fedakârlık ister.

İnsanın davaya hizmet etme ve davanın eri olma gibi Rabbine ya da kendine verdiği sözlerde verilen sözler kapsamında değerlendirilebilir. Verilen sözlerde sebat edememek ya da verilen sözü bozmak ahdi bozmaktır. Vaktinde hareketin içerisinde bir rüzgâr gibi esen insanlar belli bir vakit geçince emekli olmuş edası ile takılmaktadır. Ya da “Zamanında biz de sizin gibiydik, bu yollardan geçtik” diyen insanlar çokça rastladığımız tablolardandır. Bu yolda sabit kalmak, sebat etmek çok önemlidir. Hatta o kadar önemli ki yola çıkmaktan daha önemlidir. Hem hareket içerisinde kalmak hem de iman üzere sebat edebilmek. Rabbim bunu samimiyetle isteyen Müslümanlara versin.

Sözleri, ahitleri bozmak sebat etmeye engeldir. Çünkü bu insanın kalbinin katılaşmasına, sonrasında ise ölmesine sebep olur ki bu insanı helake sürükleyebilir.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.”[5]

Netice olarak din için verdiğimiz sözleri yerine getirmek için ciddiyet ile fedakârlık ile çalışmamız lazım ki dine hizmet çağrısına icabet etmiş olabilelim ve Yahudilerin vasıflarından bir vasfını üzerimizde taşımak suretiyle Yahudileşmemiş olalım.

Selam ve dua ile…
 
[1] (2/ Bakara 100)
[2] (7/ Araf 171)
[3] (Fizilal’il Kur’an)
[4] (5/ Maide 7)
[5] (5/ Maide 13)
Whatsapp Destek