Nimetten Memnuniyetsizlik | Bilal Özbuğday

Yahudilerin vasıflarını kendi halimizi muhasebe etme adına yazmaya devam ediyoruz.

Yahudilerin vasıflarından birisi de hallerinden ve kendilerine verilen nimetlerden memnuniyetsiz olmalarıdır. Yahudiler, Allah’ın kendilerine vermiş olduğu nimetlerin kıymetini bilmeyen, verilen nimetlere nankörlük eden bir taifedir.

İnsan nimetlerin kıymetini bilmediğinde elinde sahip olduklarını kaybetmekle cezalandırılır. Çünkü bu Allah’ın yasasının gereğidir. İnsan nimetlerin farkında olur ise nimetlerin artırılması ile ödüllendirilir. Nimetlerin farkında olmaz ise bunların elinden alınması ile cezalandırılır. Nimetleri unutmak ile birlikte bir de o nimete karşı nankör davranmak ise cezalandırılmanın büyüklüğü anlamına gelir.

Bir çocuk düşünelim. Babası tarafından kendisine birden fazla imkân sağlanmış. Ancak çocuk bunları bilmiyor, farkında değil, bunları unutmuş. Çocuktan babasını rahatsız edecek haller sadır olduğunda babası ona bu imkânları ve imkânları sağlayanın kendisi olduğunu hatırlatır. Ve çocuğundan kendisine çeki düzen vermesini ister. Bazen ise çocuk sahip olduklarını küçümseyerek bunların bir nimet olmadığını, basit şeyler olduğunu söyler. Ya da sahip olduğu imkân ve nimetleri yalanlar. Babası tarafından bunların kendisine verilmediğini iddia eder.

Allah Teala, Yahudilerin nankörlüklerini şu ayetlerde anlatmaktadır;

“Bulutu üstünüze gölge yaptık. Size, kudret helvası ile bıldırcın indirdik. "Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin" (dedik). Onlar (verdiğimiz nimetlere nankörlük etmekle) bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmediyorlardı.”[1]

Bu nimetleri elde ettikten sonra çok geçmeden Musa (as)’a memnuniyetsizliklerini dile getirdiler ve şöyle dediler;

Hani, “Ey Musa! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız. O hâlde, bizim için Rabbine yalvar da, o bize yerden biten sebze, kabak, sarımsak, mercimek, soğan versin” demiştiniz. O da size “İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise inin şehre! İstedikleriniz orada var” demişti. Böylece zillet ve yoksulluk onları kapladı. Onlar, Allah'ın gazabına uğradılar. Bunun sebebi onların; Allah'ın ayetlerini inkâr ediyor, peygamberleri de haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmek ve aşırı gitmekte oluşlarıydı.[2]

Seyyid Kutub (rahimehullah) ayetlerin tefsirinde şöyle demektedir;

“Rivayetlere göre yüce Allah onları çölün kavurucu sıcağından koruyan gölgelik bulutlar göndermişti. Yağmurdan ve buluttan yoksun çöl; ateş fışkırtan ve yalaz saçan bir cehennemdir. Fakat yağmur ve bulut sayesinde vücutlara ve ruhlara ferahlık bağışlayan huzurlu ve elverişli bir hayat ortamına dönüşür. Yine rivayetlerin bildirdiğine göre yüce Allah onlara bu çöl ortasında ağaçların üzerinde bulabildikleri, bal gibi tatlı "kudret helvası" ile kolayca yakalayabildikleri bol miktarda "bıldırcın kuşu" bağışlamış, böylece hem uygun yiyeceklere ve hem de huzurlu bir yaşam ortamına kavuşmuşlar, sözünü ettiğimiz bu yiyecekler de kendilerine helâl kılınmıştı.

Acaba onlar bütün bu nimetler karşısında Allah'a şükredip doğru yola geldiler mi? Ne yazık ki hayır!.. Ayetin son cümleciği onların nankörce davrandıklarını ve hakkı inkâr ettiklerini belirtiyor. Sonunda bu nankörlüklerinin akıbeti kendi aleyhlerine tecelli ediyor ve onlar sadece kendilerine zulmetmiş oluyorlar.”[3]

Rabbimiz İsrâîloğulları’na birçok nimet vermişti. Bu görünen nimetlerden önce de Firavun’un elinden onları kurtarması bir nimet idi. Bu nimetlerden sonra her şeyden mahrum olunacak olan çölde kendilerine fazlından ötürü sebeplere sarılsalar dahi asla elde edemeyecekleri nimetler bahşetti. Ancak bu halden memnun olmadılar.

Memnuniyetsizlik hali bir travmadır aslında. Her şeyden, herkesten memnun olmamak… Her şeye, her duruma ve her ortama bir bahane bulmak… Kur’an’a baktığımızda genel olarak bu durum sadece Yahudilerin değil, münafıkların da bir vasfıdır. Verildiğinde niçin verildiğinden, verilmediğinde niçin verilmediğinden memnun olmamak. Oturulduğunda niye oturduk, kalktığında niye kalktık psikolojisi hiçbir şeyden memnun olmama halidir.

İsrâîloğulları da aynı bu şekilde Allah’ın yarattığı sebeplere sarılsalar dahi o çölde bıldırcın eti ve kudret helvasını elde edemezlerdi. Ancak Allah onları ummadıkları yerden rızıklandırmaktaydı. Buna rağmen memnun olmadılar ve bakliyat, sebze gibi diğer yiyeceklerden istediler. Bu yiyecekler etten ve helvadan daha düşük yiyecekler olmasına rağmen bunu istediler. Nimete nankörlük etmekle birlikte memnuniyetsizlik gösterdiler, şikayetlendiler.

Yahudilerin bu rahatsızlığına dair Musa (as) “İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?” diye cevap verdi. Bu noktadan hareketle bu ayeti iki şekilde anlamamız mümkündür. İlk nokta et ve tatlı genel itibariyle gıdaların en üstünüdür. Bakliyat, soğan sarımsak gibi gıdalar ise etten daha düşük derecededir. Bundan dolayı iyi olanı düşük olan ile değiştirmek söz konusudur. İkinci nokta ise İsrâîloğulları çöle sürülerek, yeryüzündeki hakimiyete Allah tarafından hazırlanmakta idiler. Bu yüce bir amaç idi. Dünyada konforun artması, yediğin ve içtiklerinin kaliteli olması ise geçici ve dünyaya hasrolunacak birer amaçtır. İşte bu düşük amaç ile yüce amacı değiştirmelerine vurgu yapmaktadır. Bu cümlenin sonrasında gelen cümle de bu noktayı biraz güçlendirmektedir ki Musa (as) şöyle demektedir; “Öyle ise inin şehre! İstedikleriniz orada var.”

Dolayısıyla Yahudilerin bu olayını bu şekilde de anlayabiliriz. Musa aleyhisselam onlara bunları düşük olan şeyler ile mi değiştiriyorsunuz diyerek bu yiyeceklerin daha değersiz olduğunu ifade etmekle birlikte şunu da anlatmak istemiş olabilir; Rabbimiz İsrailoğulları için büyük bir misyon yükledi. Bu misyon cihad etmek, mücadele etmek, yeryüzünde Allah’ın hakimiyetini tesis etmektir. Bunun için ise çölde onları eğitmek ve zorlu şartlara, koşullara hazırlamak istiyordu. Bu amaç çok yüce bir amaç idi. Bu şartları terk etmek, şehir hayatını istemek bu amaca muhalif olan düşük bir gayedir. Bu yemek, içmek gibi düşük bir amacı yüksek ve yüce bir amaç ile mi değiştirmek istiyorsunuz?

Yine bu tefsire de Seyyid Kutub (rahimehullah) işaret etmektedir;

“Ayetin bu kısmı iki türlü yorumlanabilir. Ya “Sizin istediğiniz şey basit ve önemsizdir. Onun için dua etmeye değmez. Bunlar herhangi bir kasabada ya da şehirde bol bol bulunabilir. O halde herhangi bir şehre ya da kasabaya inin, bu istediklerinizi orada bulursunuz,” demektir. Ya da “Alışageldiğiniz basit, alçak ve haysiyetten yoksun eski hayatınıza dönün. O hayat düzeni içinde mercimek, sarımsak, soğan, kabak ve benzeri sebzeler bulursunuz. Allah'ın sizi temsilci olarak seçtiği yüce davaları bırakın” demektir ki, bu takdirde Musa (as) yahudileri azarlamış ve kınamış oluyor.”[4]

Peki, bu ayetlerin bize bakan kısmı için ne söyleyebiliriz?

Özellikle iki hususu zikretmek istiyorum.

Birincisi; Bizler nimetlere ve sahip olduklarımıza bakmayan, sürekli şikayetlenen insanlarız. Elimizde sahip olduğumuz nimetlerin farkında olmayan, Allah’ın bizlere ne kadar fazilet sahibi olduğunu unutanlarız. Bu haslet fert olarak da toplum olarak da üzerimize sinmiştir. Şahsi olarak çoğu zaman Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini unutuyoruz. Ve bunları unutarak şükrünü hakkı ile eda etmiyoruz. Bazı şeyler var ki inanın nimet olduğunun dahi farkında değiliz.

Allah’ın üzerimizdeki nimetlerini sayalım desek herkesin aklına öncelikle sahip olduğu mal, mülk, eşya, sağlık, sıhhat ve çocukları gelir. Nimetler hep sahip olunanlar üzerinden ölçülür. Allah’ın hikmetini anladığımızda sahip olunmayanların da nimet olduğunun farkına varırız. Sahip olmadığın bir hastalığın, sahip olmadığın kötü bir evladın, nikâhında bulunmayan eziyet verici kötü bir kadının olmaması da nimettir. Ancak biz nimet olarak sadece sahip olunan maddi şeyleri görürüz.

Ayrıca sahip olduğumuz nimetler sadece bunlar değildir. Bir de manevi olarak sahip olduğumuz hususlar vardır. Hidayet nimeti, Allah Teâlâ’nın tevbe imkânı vermesi, bunu kıyamete kadar devam ettirmesi, salih amelleri yapabilme içgüdüsü gibi. Bu saydıklarımız da aklımıza gelmeyen, gözümüze nimet gibi görünmeyen ancak sahip olunan çok büyük nimetlerdir.

Yine unuttuğumuz nimetlerden birisi de bulunduğumuz topraklarda Müslümanların çokluğudur. Müslümanlar tarafından yapılan çalışmalardır.  Gerçekten bizler fert olarak ve toplum olarak - bundan kastım Müslümanlardır- nimetlerin farkında değiliz.

Bir nimete sahip olduğumuzda aynı nimetin ikincisinin olmamasından şikâyet ediyoruz.

Örnek olsun diye ifade edelim. Yıllarca Müslümanların kendi çocuklarını kendilerinin eğitme imkânı yok iken bu imkân kendilerinin eline geçtiğinde ve biraz üzerinden vakit geçtiğinde okul servisi için iki dakikalık mesafeyi yürümekten şikâyet ediyoruz. Bu daha önce elimizdeki bir nimet değildi ama elde edince daha iyisini ister olduk.

İnsanın her zaman kendi bulunduğu halden daha iyi ve daha kötü hali vardır. İnsan bu hallerden iyi olana bakarsa şikâyet eder, memnuniyetsiz olur. Ancak daha kötü duruma bakar ise her zaman haline şükretmesi için bir sebebi olur. Bundan dolayı kişi nimet olarak her zaman kendinden daha kötü durumda olan kişilere ve durumlara bakmalıdır.

Örnek ile anlatacak olursak; eğer bir bisiklet sahibi isen ve ulaşım için bisikletini kullanmakta isen, bu duruma şükretmek için motorlu arkadaşlarına değil de bisikleti dahi olmayan yürüyerek ulaşımını sağlayan arkadaşlarının durumuna bakmalısın. Çünkü bu durum seni şükreden bir insan yapar. Motorlu ve arabalı arkadaşlarına bakarsan niçin araban olmadığı, niçin motorun olmadığını bahane ederek elindeki var olan bisiklet nimetine dahi şükretmezsin.

Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır;

“Sizden daha aşağıda olanlara bakın! Sizin üstünüzde olanlara bakma­yın! Bu, Allah'ın nimetini küçümsememeniz için daha uygun olandır.”[5]

Yani özetle nimetlerin devam etmesi ve Yahudilerin nimetlere nankörlük etme vasfını üzerimizde taşımamak için nimetleri bilmek ve şükretmek gerekir.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”[6]

İkinci olarak ise; Allah’ın yeryüzünde hâkimiyeti için çalışmak çok büyük bir amaçtır. Bu büyük amaçlara hazırlanan ya da bunu kendisine hedef edindiğini söyleyen bir insan bu hedef için bazı şeyleri göze alabilmelidir. Konforundan, rahatından, ağız tadından vazgeçebilmelidir.

Ulvi amaçları olan insanlar düşük işler ile oyalanmazlar. Çok fazla detaylara bakmazlar. Yollarına, hedeflerine bakarlar, bakmalıdırlar. Büyük hedefin var ise konforundan, yediklerinden, içtiklerinden vazgeçmelisin. Tarihte büyük hedefleri olan insanların yaptıkları, vazgeçtikleri de büyük olmuştur.

İsrailoğulları bu büyük hedef için bir takım konforlarından vazgeçmeliydiler. Ancak bunu başaramadılar. Biz Müslümanlar da eğer bu hedefi kendimize koyuyorsak vazgeçtiklerimiz ve gözden çıkardıklarımız olmalıdır. Hiçbir rahatımız bozulmadan, evlerimizden, yurtlarımızdan çıkarılmadan, imtihan olunmadan yüce gayelere ulaşmak asla mümkün değildir.

Çünkü Allah’ın dinini hâkim kılmak, insanın edinebileceği en yüce amaçlardan biridir. İnsan edindiği hedefler ve amaçlar ile değerli ya da değersiz olur. Yüce bir hedef ve bu hedefe yürümek insana değer kazandırır. Sadece geçici olan dünya hayatını imar etmek ya da üç beş günlük bu hayatta bazı lezzetlere sahip olmak ve onları tatmak ise kendisi tarafından hedef edineni alçaltacak olan, değerini düşürecek olan hedeflerdir.

Hedefi yüce olan insan basit şeyler ile oyalanmaz. Bu insanın yediği, içtiği, mekanı, yurdu gelip geçici olan şeydir. Biz Müslümanlar fikirlerle, hedeflerle uğraşmalıyız. Basit olaylar ve şahıslar ile uğraşmamalıyız. Sürekli davayı, fikri ve hareketi öne çıkarmak zorundayız. Davayı basit amaçlara kurban etmemeliyiz.

“Şu olmadan ben yapamam” diyen bir insan dava adamı olamaz ve hedefe ulaşamaz. “Şu” dediğiniz işaret zamirinin yerine istediğinizi koyabilirsiniz. Hobileriniz, eviniz, yurdunuz, dükkânınız, sahip olduğunuz eşyalar hatta aileniz, çoluk, çocuğunuzu dahi koyabilirsiniz.

Bunlar olmadan ben yapamam diyen kişi dava adamı olamaz. Nitekim Yahudiler de soğan, sarımsak, acur olmadan olmaz demişlerdi. Şehir hayatı olmadan olmaz demişlerdi.

İşte şimdi kendimizi muhasebe etme zamanı. Davamız için, yüce hedeflerimiz için nelerimizden vazgeçebiliriz?

Rasulullah (sav) Mekke’den ayrılmak ister miydi?

En yakınları ile savaşmak ister miydi?

Bir mahalle içerisinde kendi kabilesi ile açlık ve zorluğa tahammül etmek ister miydi?
Sevdiği amcasını kaybetmek ve daha nice dostunun, arkadaşının ölmesini, şehit olmasını ister miydi?

Kendi yetişip yaşadığı topraklardan kaçarak çıkmak ister miydi?

Elbette bir insan olarak istemezdi. Ama bu sayılanlar yüce bir hedef için göze alınan, feda edilenlerdir. Hedefe ulaşmak için efendimiz her şeyini feda etti. Dava adamı olmak isteyenler de onun yolu üzere bu fedakârlıkları göstermelidirler.

Rabbim bizleri yüce hedefler için yaşayan ve can verenlerden eylesin.

Selam ve dua ile…






 
 

[1] (2/ Bakara 57)
[2] (Bakara, 61)
[3] (Fizilal’il Kur’an)
[4] (Fizilal’il Kur’an)
[5] (Müslim)
[6] (İbrahim,7)
Whatsapp Destek