Saray Alimleri

Allah Teâlâ insanlığa kitabını indirmiş, peygamberlerini göndermiştir. İnsanlardan da bu gönderdikleri vesilesiyle hidayete ve nura tabi olmalarını istemiştir. İnsanlardan kimisi bu hidayete tabi olurken kimileri de hidayeti tercih etmemektedirler.

Hidayete tabi olmayan insanların durumlarını incelediğimizde her bir insanın engelinin farklı olduğunu görürüz. Kimi insan nefsini, hevasını, hevesini, arzularını takip ettiğinden, onlardan taviz vermediğinden hidayete tabi olamaz. Bazı insanlarda bir insanı, önderi rehber edindiğinden doğruyu bulamaz. Kimi insan ise atalarını ve onların dinlerini bırakmadığından hakikati bulamaz.
Bu satırları Kur’an lafızları ile ifade edecek olursak Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?”[1]

Bir başka ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiğinde, "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!" derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?”[2]

İnsanın hidayete tabi olamamasının önünde birden fazla etken olabilir. İnsan babasına, atasına tabi olduğundan, bazen örf ve adetlerine tabi olduğundan, bazen çok sevdiği bir insana, bir kadına tabi olduğundan, bazen heva ve hevesine tabi olduğundan bazen ise aklına, düşüncelerine, dininden başka önceliklerine tabi olduğundan hidayeti bulamaz.

Belki de insanı hidayetten alıkoyan en büyük sebeplerden bir tanesi de yaşadığı toplumda din adına söz söyleyen kendisinin otorite kabul edildiği insanlardır. Yani bulunduğu toplumun hocalarıdır. Alim vasıflı, hidayet önderi gibi gözüken ancak insanları sapıklığa sürükleyen toplum önderleri bel’amlardır. İnsanları saptırmak adına cümle kurar, hayat sürerler. Bu insanların razı etmek istediği merci Allah Teâlâ değil, idarecileri ve bulundukları günün yöneticileridir.

İşte bu sayıda toplumun hakka ulaşamamasındaki en büyük katkıyı(!) sunan kötü alimlerden, sultanlara hizmetçi olmuş hocalardan bahsetmeye çalışacağım.

Her iktidar sahibi bir otoriteyi ele geçirdikten sonra, o otoriteyi sağlamlaştırmak ya da iktidarının ileride elden çıkmaması için bir uğraş verir. Bunlar sebebiyle de iktidar sahipleri kendilerine birtakım yardımcı unsurlar belirlerler. Ta ki bunlar sebebiyle iktidarlarını kökleştirsinler ve kaybetmesinler.

Beşerî ideolojiler ile halklarına hükmeden yöneticiler de batıl üzerinde devam edebilmek, sahip oldukları iktidarı ve yönetimi kaybetmemek için kendi ideolojilerine ve kendine davet eden halk içerisinden sözü dinlenir, insanların itibar ettiği önderler edinirler. Bu önderler onların kendi şahıslarına ve sistemlerine insanları davet eder, ona çağırırlar. Bu sözde alim özde amiller (uşaklar) insanların Allah tarafından kendilerine sorumluluk olarak yüklemiş oldukları hakkı anlatmak yerine batıl ile insanları meşgul etmeye çalışırlar.

Bu uşaklar öyle bir hale gelmiştir ki sahip olunan ideolojinin sigortası görevini üstlenmektedirler. Bu görevin öneminden kaynaklı, sahiplerinin nezdinde kalıcı olmasa da geçici bir öneme sahiptirler.

Bu, adı alim, hoca, şeyh; özü uşak olan insanlar ahirete karşılık dünya hayatını satın almışlardır ve zillete, utanç lokmasına razı olmuşlardır.

Nitekim tağutlar onlara bu lokmaları kulları saptırmak ve Allah’ın emrinden uzaklaştırmak için sofralarının artıklarından vermektedirler. Bundan dolayı birkaç satır önce tağutlar için geçici bir öneme sahip olduklarına işaret etmeye çalıştım. Çünkü uşaktırlar, fonksiyonları bittikten sonra hiçbir tağut tarafından yüzlerine dahi bakılmayacaktır.  İnsanlar içerisinde ise kendilerinden sonra, devirleri kapanıp, ölüp gittiklerinde zillet ile anılacaklardır. Ahirette ise bundan daha fazla bir azap kendilerini bekliyor olacaktır.

Bazı zamanlarda bu sultanların alimleri hiçbir karşılık dahi beklemeden de bu işi büyük bir özveri ile yaparlar. Sultanlara yakınlık dahi onlar için yeterlidir. Onların kapılarını bekliyor olmak onlar için bir onurdur.

Ömer (ra) şöyle dedi; Nebiniz (sav) şöyle buyurmaktadır;

“Allah Teâlâ bu kitap sebebiyle, bazı toplulukların derecesini yükseltir, diğerlerinin ise derecesini düşürür.”[3]

İşte Allah’ın ayetleri, kitabullah bazı toplulukları Allah’ın ve toplumların nezdinde yükseltip, yüceltirken birtakım insanları ise aşağılık bir konuma düşürmektedir. Aşağılık konuma düşen bu insanlar kitabı bilip, öğrenmiş olmalarına rağmen bildikleri ile sapıklığa ve karanlığa hizmet ettiklerinden Allah’ın ve Muvahhid kulların gözünde değerlerini kaybetmektedirler.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu (Kitabı) mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye sağlam söz almıştı. Fakat onlar verdikleri sözü, arkalarına atıp onu az bir karşılığa değiştiler. Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür!”[4]

Misak ağır ve pekiştirilmiş söz anlamına gelmektedir. Bu ayet her ne kadar kitap ehli hakkında nazil olmuş olsa da Allah Teâlâ’nın ayette bahsetmiş olduğu söz kendisine ilim öğrettiği herkesten almış olduğu bir sözdür.

Hasan Basri ve Katade bu ayet ile ilgili olarak şöyle der; “Bu buyruk, Kitaptan herhangi bir şey bilen her kişi hakkındadır. Her kim bir şey bilirse onu öğretmelidir. Sakın ha ilmi gizlemeye kalkışmayınız. Çünkü bu bir helak oluştur.”[5]

Bu söz, insanlara Allah’ın kendisine öğrettiklerinden gerek duydukları şeyleri öğretmelerine, bu konuda bir şey gizlemeyeceklerine, özellikle de bir şey sorulduğunda ya da açıklama ihtiyaç olduğunda bilgiyi açıklamaya dair alınmış bir sözdür. Bu ayete göre bir bilgiye sahip olan herkesin böylesi bir durumda o bilgiyi açıklaması ve hakkı batıldan ayırt etmesi gerekmektedir.

Ebu Hureyre (ra) şöyle der; “Şayet Allah’ın kitap ehlinden aldığı söz olmasaydı ben size hiçbir şey anlatmazdım. Daha sonra ‘Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden… diye söz almıştı.’ ayetini okudu.”[6]

Alınan bu söze ise ancak sözüne sadık olan ilim ehli kimseler riayet etmektedir. Sadık olan ilim ehli kimseler bu emri tam anlamıyla yerine getirmektedirler.

Allah’ın kendilerine öğrettiklerinden, Rablerinin rızasını arayarak, toplumların maslahatlarını düşünerek, gizleme günahını düşünerek insanlara öğretmişlerdir, hâlâ da öğretmektedirler.

Bu ahde sadakat göstermeyen kitap ehli ve ümmeti Muhammed’den olan ilim ehli kimseler ise bu verdikleri sözü arkalarına atmışlar, ona hiçbir şekilde önem göstermemişlerdir. Bunu Allah’ın yasaklarına karşı cüretkârca davranmak suretiyle, Allah Teâlâ’nın haklarını önemsemeden ve toplumu düşünmeksizin az bir bedel karşılığında hakkı gizlemişlerdir.

Bu aldıkları bedel ise bedellerin en değersizidir. Yüz çevirdiklerinin içerdiği şey ise ebedi bir mutluluğu içerisinde barındıran, dini ve dünyevi maslahatları taşıyan, en değerli olan Allah’ın hoşnutluğudur.

Aslında bakıldığında Allah Teâlâ tüm ümmetleri bu fitne ile imtihan etmiştir. Her ümmetin ilim adamları Allah tarafından kendilerine öğretilen ilmi ve öğretmeleri gereken hususları toplumlarından gizlemişlerdir. Bu fitne ile Yahudiler imtihan edilmiştir, Hristiyanlar imtihan edilmiştir. Kendilerine son kitap verilen ümmette bu fitne ile imtihan edilmiştir. Zikrettiğimiz ayet Yahudiler hakkında nazil olmuş bir ayettir.

Bir başka örnek hepimizce malum olan bir vakıa ve bir ayettir. Tefsirlerde Tevbe suresi 31. ayet ile ilgili olarak zikredilen kıssadır. Kısaca zikretmek gerekirse kıssa şu şekildedir;

Adiy bin Hatem, Medine’ye geldi. O, Tay Kavmi'nin lideriydi. Boynunda gümüş bir haçla Rasulullah’ın (sav) huzuruna girdi. Rasulullah (sav) Tevbe suresi 31. ayetini okuyordu. Adiy, Peygamber’e (sav) ‘Onlar, din adamlarına ibadet etmediler ki!’ dedi. Rasulullah (sav) ‘Evet, fakat din adamları, onlara helali haram, haramı helal kıldılar. Onlar da tabi oldular. Bu, onların, din adamlarına ibadetidir.’ buyurdu.”[7]

Genelde bu rivayeti belki de bizler ibadet kavramının daha iyi anlaşılması için zikretmekteyiz. Ancak bu rivayette dikkat çekilmesi gereken hususlardan birisi konumuz ile alakalı olan, onların alimlerinin kendilerinin sapmalarına vesile olmaları ve insanların onlara tabi olmaları hususudur.

Huzeyfe İbn’ül Yeman şöyle anlatmaktadır;

İnsanlar Rasulullah'a (sav) hayrı sorarken, ben bana ulaşmasından korktuğumdan dolayı şerri soruyordum. ‘Ey Allah'ın Rasulü! Bizler cahiliye ve şer içerisinde idik. Bundan sonra bizlere bir hayır ulaştı. Bu hayırdan sonra bir şer var mıdır?’ dedim.

Rasulullah (sav) ‘Evet’ dedi. ‘Peki, bu şerden sonra bir hayır var mıdır?’ dedim.

Rasulullah (sav) ise ‘Evet içerisinde bir dumanın (karartının) olduğu bir hayır vardır.’ dedi. ‘Onun dumanı nedir?’ diye sordum.

Rasulullah (sav), ‘O zamanda gelecek olan bir topluluk benim sünnetim ve yolumun dışında bir yoldan gideceklerdir. Sen bazılarının hareketlerini tanıyacak ve kerih göreceksin.’ dedi.
Ben ise tekrar ‘Ey Allah'ın Rasulü! Bu karışık hayır döneminden sonra bir şer var mıdır?’ dedim.

Rasulullah (sav) ‘Evet vardır. O dönemde birtakım davetçiler halkı cehennem kapılarına çağıracaklardır. Her kim onların davetine icabet ederse onu cehenneme atacaklardır.’ buyurdu. ‘Ey Allah'ın Rasulü! Bu davetçileri bize tanıtsan’ dedim.

Rasulullah (sav) ‘Onlar bizim ciltlerimizdendir (milletimizdendir), bizim dillerimizle konuşurlar.’ dedi.

‘Ey Allah'ın Rasulü! O döneme yetişirsem nasıl hareket etmemi emrederseniz?’ dedim.

Rasulullah (sav) ‘Müslümanların cemaatine ve idarecisine itaat et.’ dedi. ‘Eğer bir cemaatleri ve idarecileri yoksa’ dedim.

Rasulullah (sav) ‘Bu takdirde bu fırkaların hepsinden senin açından bir ağaç kökünü ısırmak gibi meşakkatli bile olsa uzak dur! Artık ölüm sana erişinceye kadar bu tavır üzere bulun!’ buyurdu.[8]

Subhanallah!

Ders alacağımız ve çıkaracağımız çok mühim bir hadis önümüzde bulunmaktadır. Önderimizden, efendimizden belki üzerine uzun bir yazı dahi yazılacak kadar çok önemli nasihatler. Sadece konumuza ışık tutan tarafı dahi çok mühim.

Rasulullah (sav) raşit hilafetler ve saltanat dönemini barındıran hilafetlerden sonra, tekrar şerli bir dönemden bahsetmektedir. İşte bu şerli dönemde insanları saptıran önderlerden ve alimlerden bahsetmektedir. Cehennem kapısına oturmuş, cehenneme insanları davet etmektedirler.

Elbette cehenneme davet ederken direkt olarak ‘Cehenneme!’ diyerek insanları oraya sevk edemezler. Ancak insanları küfre, şirke, bidatlere, şehvet içeren ahlâksızlığa, aşırılıklara, dinde gevşekliğe çağırarak netice itibariyle insanların cehenneme gitmelerine sebep olurlar.

Bu cehennem davetçileri bizlerin ırkından, milletinden olan insanlardır. Gördüğünde ya da konuştuğunda yabancılık çekmezsin. Zannedersin bizden olan kimseler bize ihanet etmez, kötülüğümüzü istemez. Ancak onlar aldıkları az bir dünyalık karşılığı insanları gözlerini kırpmadan ateşe sürüklerler. Toplumun dili ile konuşurlar, başka bir şekilde anlamak gerekirse şeriat diliyle, İslami şekilde konuşurlar. Ancak bu kimseler cehennem davetçileridir.

İbni Kayyım (rahimehullah) şöyle demektedir;

‘Ulemai’s su (kötü alimler), cennet kapısına oturmuş sözleri ile insanları cennete, amelleriyle ise cehenneme davet etmektedirler. Sözleri her ne zaman insanlara ‘Cennete gelin!’ derse, amelleri ‘Onları işitmeyin!’ der. Eğer gerçekten cennete davet ediyor olsalardı, bu çağrıya ilk icabet eden kendileri olurdu. Onlar yol gösterici gibi görünürler. Ancak hakikatte ise yol kesicilerdir.”[9]

Allah’ın yolundan alıkoyan bu bel’amlar ve alıkoyma şekilleri çeşit çeşittir. Kimileri insanları tamamen asılsız hikâye ve masallar ile uyuturken, kimileri ise daha az önemli hususları zikrederek halkı ve toplumu önemli olan, asıl bilinmesi gereken konudan uzaklaştırmaktadır. Bununla birlikte hakkın ortaya koyulmasına dair bir imkân söz konusu olduğunda ise çeşitli teviller ve yorumlar ile muhaliflere yani tevhidi savunan insanlara ve ilim talebelerine hakaret ile sözlere başlamakta, teviller ile de sonlandırmaktadır.

Necd alimlerinden Süleyman bin Sehman (rahimehullah) şöyle dedi:
“Bil ki, ne zaman bir davetçi insanları hakka çağırsa mutlaka onun yanında şüpheyle gelen ve bununla insanları haktan engelleyen bir şeytan bulursun.”

Hiçbir şey yapmasalar hakkı anlatan insanlar hakkında şüphe uyandırmak, onların getirdikleri delilleri tevil etmek veya davetçinin şahsı ile alakalı şüpheler uyandırmak suretiyle yine batıla hizmet ederler.

İnsanları haktan saptırmanın çeşitli yollarına yapışabilirler, çeşitli yollarını deneyebilirler. Bazen insanları direkt sapıklığı, dalaleti ortaya koyarak kandırırlar. Hakk’ın tam zıddına söz söyler, cümle kurarlar. Bazen ise daha az önemli meseleleri gündem ederek gerçeği, hakikati görmelerini engellerler. Her ikisinde de aslında amaç insanların hakka ulaşmamalarıdır.

Televizyonları, sosyal medyayı bu konuyu anlamak gayesiyle incelerseniz, özellikle de Ramazan ayı içerisinde bu incelemeyi yaparsanız açık bir şekilde şunları görürsünüz; kimileri toplumu kendi şeyhine ve efendisine çağırmaktadır, kimi din diye tamamen felsefi hikayeler ve safsatalar anlatmaktadır, kimi modern hoca olarak bilinmekte ve Kur’an’ın, sünnetin yanında dahi geçmemekte, hatta diğer sözüm ona takva ehli din adına aslında daha tehlikeli din kardeşleri(!) tarafından dahi eleştirilmektedir, kimi sadece Kur’an diyerek hadis inkarı ile bu işi yapmaktadır. Kimisi ise hadis uydurarak bu işi yapmaktadır.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Hak'tan sonra sadece sapıklık vardır. O hâlde, nasıl oluyor da (Hak'tan) döndürülüyorsunuz?”[10]

Batıl çeşit çeşittir. Tağutlar bu batılların ve bu batıla davet eden önderlerin hepsine müsaade ederler. Onlar açısından hakka az yakın olanı da ılımlı olanı da haktan çok çok uzak olanı da kendi emirlerini yerine getirme noktasında kullanılmaya müsaittir.

Tağutlar şunu isterler, yeter ki hak ve haktan yana bir şey olmasın. Hak olmadıktan sonra batıl farklı farklı dinî şekiller ve ritüeller ile halka sunulsa da bundan rahatsız olmazlar.

Halk bu batıllar içerisinden birisini seçtikten sonra onlar için yeterlidir. Toplum içerisine bakarsanız toplum içerisindeki cemaatler, dernekler, vakıfların hepsinin farklı söylemlerinin, hepsinin farklı din anlayışlarının olduğunu görürsünüz. Ancak bu grupların bir yerde ittifak ettiklerini görürsünüz o da şudur ki; halkı saf, temiz ve pak olan hakka iletmemeleridir. Var olan kokuşmuş sistemin daha da kuvvetlenmesine hizmet etmektir.
Bu gruplardan bazıları kendisini mutasavvıf olarak, bazıları selefi olarak, bazıları partici olarak, bazıları dernekçi, vakıfçı olarak tanımlayabilirler. Ama değişmeyen şey, sistemin ve sahiplerinin meşruluğu noktasında hepsinin hem fikir olmasıdır.

Allah Teâlâ’nın ilim sahiplerinden istediği şey ise hakkı gizlememeleri ve insanları hakka, adalete çağırmalarından, öğrendikleri ilim sebebiyle rabbani olmalarından başka bir şey değildir. Ancak bel’amlar ise kendi dünyalarında hem kendi tahtlarını hem de sahiplerinin tahtlarını sağlamlaştırmanın peşinde bir ömür çürütmektedirler.

Halk onları çok fazla önemserken aslında onlar halkı önemsemezler. Toplumsal problemlere kör, sağır kesilirler. Çünkü toplumsal bir probleme dair söz söylemek ya da şerî açıdan bir şeyler ifade etmek efendilerini rahatsız edebilir.

Bazı zamanlarda efendilerinin kendisini fazlaca dine nispet etmesine güvenerek cesurca açıklamalar yaptıklarında efendileri tarafından kurban edildiklerini görebiliriz. Ama onlar buna rağmen hallerinden memnundurlar. Efendileri kendilerinden memnun, onlar efendilerinden memnundurlar. Ancak Rabbimiz ise onlara gazaplanmaktadır. Hatta sadece gazaplanmaktan da ziyade onları kitap yüklü eşeklere, üzerine varsan da varmasan da soluyan köpeklere benzetmektedir.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti Kitap'ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lânet eder.”[11]

Bu kimselerin Bel’am diye isimlendirilmelerinin sebebi ise; Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilmeksizin, “Onlara şu adamın kıssasını anlat: Ona ayetlerimiz hakkında bilgiler verdik ve o -bunlara önce uyduğu halde- daha sonra bunlardan tamamen sıyrılıp uzaklaştı, şeytan onu peşine taktı ve bu suretle azgınlardan biri haline geldi. Biz dileseydik o kişiyi ayetlerimizle yüceltirdik. Fakat o dünyaya sımsıkı sarıldı, ihtiraslarına uydu. -Allah’ın ayetleriyle bilgilendirdiği, fakat tabiatının kötülüğü yüzünden bu bilgileri daima dünya menfaatlerine âlet eden- bu adamın durumu, kovsan da kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp durmadan soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte ayetlerimizi yalanlayanların hali budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünür, öğüt alırlar”[12] ifadeleriyle kendisinden söz edilen kişi, müfessirlerin çoğunluğuna göre Bel‘am b. Bâûrâ’dır. 

Bugünküler ise onun yolundan giden torunlarıdır.

Peki insanlar, haktan saptırmalarına rağmen bu önderleri sebebiyle mazur mudur? Elbette hayır. Kur’an’da birçok yerde Allah Teâlâ bizlere ateşe girmiş önderleri ile onlara tabi olanların kıssalarını anlatmaktadır. Allah Teâlâ insanlara Kur’an indirmişken, peygamber göndermişken insanların her türlü bilgiye ve ilme sahip olma imkânları varken kendi zamanlarındaki önderlere ya da saptırıcı alimlere körü körüne bağlanmaları onları kurtaracak değildir.

Dinlerine sahip oldukları mallar, dükkânlar, evler kadar önem vermeyen, din diye bir kaygısı ve derdi olmayan bir toplum nasıl masum olabilir? Kitap ve sünnete ömrü boyunca asla müracaat etmeyen hocalarının kendilerine anlattığı kolay dinin uygulayıcısı olmuş ve bundan gocunmayan toplum nasıl kandırılmış olabilir? ‘Hocalara güven olmaz.’ diyerek hoca efendiler(!) ile yaptıkları ticaretlerde eşeklerini kırk sefer kırk kazığa bağlayan insanlar, dinleri hususunda kazıklarını sökmeleri, eşeklerini salıvermeleri sebebiyle nasıl masum olsunlar?

Bir ev eşyası alacağında tüm bilirkişileri ve internet yorumlarını eksiksiz gözden geçirenler, dinleri hususunda mı cahil kalıverdiler? Her türlü siyaseti bilen, bildiğini iddia eden insanlar bu hocaların kendilerini kandırma ihtimalini asla göz önünde bulundurmadılar mı?

Rabbim toplumumuza, halkımıza hidayet etsin.

Süfyan bin Uyeyne (rahimehullah) Abdullah İbni Mübarek’e (rahimehullah) şöyle demiştir; İnsanların (bir konuda) ihtilaf ettiklerini gördüğünde bunu mücahidlere ve sınır hatlarında bulunanlara (murabıtlara) ilet. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır; “Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz.”[13]

Bunun nasihat edilmesinin sebebi, malından, canından ve her şeyinden vazgeçmiş olan bir ilim ehli, insanları kandırmanın ve aldatmanın peşinden olmaz. Cihada çıkmış bir ilim ehli, malı terketmiş, ehlini emanetleri zayi etmeyen Rabbe teslim etmiş, canını ortaya koymuş, tüm kınayıcıların kınamasını da silip atmıştır. Böylesi bir kişi Allah adına konuştuğunda kandırma ve aldatma ihtimali çok daha az, belki de hiç yoktur.  

Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır; “Her kime ilimden (bildiği) bir şey sorulur, O da bunu gizlerse kıyamet günü ağzına ateşten bir gem vurulur.”

Rabbim bize bilmediklerimizi öğretsin. Bildiklerimiz ile amel etmeyi kolaylaştırsın. Âmin…

Velhamdulillahirabbilalemin…
 
[1] (25/ Furkan 43)
[2] (2/ Bakara 170)
[3] (Müslim)
[4] (3/ Ali İmran 187)
[5]  (Kurtubî Tefsiri)
[6] (Buhari)
[7] (Tirmizi)
[8] (Buhari)
[9] (Fevaid)
[10] (10/ Yunus 32)
[11] (2/ Bakara 159)
[12] (7/ Araf 175-176)
[13] (29/ Ankebut 69)
Whatsapp Destek