Sen Kimi/Kimleri Örnek Alıyorsun? | Burak Gültepe

İnsanlık tarihinde rol model alınan liderler, sanatçılar, düşünürler ve ataların etkisi büyük olmuştur. Onların hayata bakışları, fikirleri, iyi-kötü amelleri örnek alınmıştır. Bu rol modellerin ise büyük bir çoğunluğundan Allah razı değildir. Çünkü bu insanların hayata bakış açıları ve amelleri problemlidir. Vahye uymazlar, hatta Allah’ın yeryüzüne rahmet olarak indirdiği vahyi geri/gerici bulurlar. Peki yüce Allah bizden kimlere uymamızı ister? Rasûlullah (sav) bize şu nasihatte bulunmuştur:

“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra onlardan sonra gelenler (Tâbiîn) sonra onlardan sonra gelenlerdir.” (Tebeu’t Tâbiîn)[1]

Şerh:

İnsanların en hayırlıları, sahabe nesli arasında yer alanlardır. Allah Teâlâ, kitabında bu sahabe neslinden razı olduğunu ifade etmiş ve onlara ebedi cenneti vaat etmiştir. Ayrıca, onlara ihsan üzere tabi olanlardan da razı olacağını beyan etmiştir. Dolayısıyla, ihsan üzere, yani birebir aynı olmak kaydıyla, imanda, sözde ve amelde onları takip etmek, Müslümanın üzerine düşen önemli bir sorumluluktur.

Sahabeler övgüye layık bir nesildir. Ve onların yolunu takip eden tabiin de aynı şekilde övgü almıştır. Bu âlimler en başta imam Malik, imam Ebu Hanife, Hasan Basri gibi, sonra da imam Şafi, İmam Ahmed gibi imamlardır/öncülerdir.

Kur’an ve sünneti anlamaya çalışırken, bu büyük âlimlerden faydalanırız. Onlara hürmet eder, rahmetle anarız. İlim ehline saygı göstermek, kişinin dini iyi anlamasının bir sonucudur. Selef âlimleri, bu saygıyı en fazla hak eden kişilerdir. Aynı şekilde günümüz âlimlerine de hürmet etmeliyiz. “Çok bilmiyorlar” diyerek saygısızlık yapmak yerine, onların bilgi ve deneyimlerinden istifade etmeliyiz. Bir “hocam” lafzını kullanmak, alçalmak anlamına gelmez; aksine değer katmak demektir.

Rabbimizden ilim ehline yapılan saygısızlıktan ötürü hata eden kardeşlerimizi güzel bir şekilde ıslah etmesini isteriz. Şüphesiz O her şeye Kadir’dir.

Sahabeler neden en hayırlı nesil olmuşlardır?

Öncelikle, sahabeler genel anlamda hemen davete icabet etmişlerdir. En zor zamanlarda bu dava yükünü omuzlamışlar ve birileri yapsın diyerek sağa sola bakmamışlar; ben yaparım diyerek öncü olmuşlardır. Ardından, sonraki nesillere dinin aktarılmasında çok önemli bir rol oynamışlardır. Gayretleri takdire şayandır. Rabbimiz onlar hakkında şöyle buyurur:


“Muhacir ve Ensar’dan ilk öncüler ve onlara güzelce uyanlar, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.” [2]

Kıyamete kadar bütün Müslümanlar için sahabeler, peşlerinden gidilmesi gereken birer örnek numunedir. Hatta öyle birer örneklerdir ki, bizim için birebir uyulması istenen bir nesildir. Zira değerli hayatlarını örnek edinmek kurtuluşun yoludur. Kalplerindeki imanları olsun, o imanları doğrultusunda ortaya çıkan salih ameller olsun… Birebir uymamız istenmektedir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi (misli misline) inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar.” [3]

Allah Teâlâ bu ayette sahabeleri bir mihenk taşı olarak kabul etmiş, onların inandığı gibi inanılmasını emir buyurmuştur. Amel noktasında da yine onlara misli misline uymamız gerekmektedir.

Muhacirler, doğdukları vatanı (Mekke’yi ve halkını), Allah’ın kitabını kabul etmedikleri, Resulüne yardım etmedikleri, şeriata tabi olmadıkları ve zulüm gördükleri için hicret etmişler/yurtlarını terk etmişlerdir.

Bir soru gündeme gelebilir: Yüzlerce insan, vatanlarını Allah için terk ediyor. Peki, bu insanlar nerede barınacak ve nasıl yaşayacaklar? Onlara kim sahip çıkacak? Eğer biri çıkıp onlara şöyle nasihat etse yersiz olur mu acaba: “Oturun oturduğunuz yerde! Gideceğiniz yerde eviniz yok, barkınız yok, işiniz yok. Sizi kim ne yapsın? Aç kalırsınız, burada idare edin!”

Böylesi bir durumda çoğu insan cesaret edemeyecek, memleketinde olan bitene ses çıkarmayacaktır. Ama Mekkeli Muhacirler böyle yapmadı, o çok sevdikleri Mekke’yi düşünmeden terk ettiler. Çünkü orada şeriat yoktu, Allah’ın dini hâkim değildi ve zulüm görüyorlardı. Allah Teâlâ ise kullarına şefkat duyan, merhamet ve yardım edendir.


“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler ve (bu Muhâcirleri) barındırıp onlara yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” [4]

Allah’ın yardımı, o zor zamanda Müslümanlara yetişmiştir. Böylesi büyük bir mükâfatı elde etmişler, Allah Teâlâ kitabında onları bize zikretmiş ve örnek kılmıştır.

Ensâr ise o muhacirleri barındıran, her türlü ihtiyaçları için yardım edenlerdir. Hatta Ensâr, kendi nefislerine o kardeşlerini tercih etmişlerdir. ‘Bak iki hanımım var, beğendiğini boşayayım, iddeti bitince onunla evlen; malımın yarısını vereyim’ gibi teklifleri bile yapmışlardır. Muhacirler ise onların iyi niyetlerini suistimal etmemiş, çalışıp kazanmışlardır.


Sahabeler neden üstündü? Çünkü onlar kendileri yaşadıkları gibi diğer insanlara da İslam’ı emrettiler, kötülüklerden de sakındırdılar: “Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülüğü yasaklarsınız, Allah’a da inanırsınız…” [5]

Onlar vasatlığı yakalayan en hayırlı kimselerdir: Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için orta (vasat) bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde şahid olsun.” [6]

Ne demek vasat?

Vasat; her bakımdan aşırılıklardan uzak, adaletli, dengeli ve hayırlı; her türlü inanç, amel, hal ve davranışlarında insaflı, ölçülü ve uyumlu olan örnek bir toplum demektir. Onlar, dünya ile âhiret, madde ile mâna arasındaki dengeyi en iyi bir şekilde tesis ederek âhenkli ve mutedil bir hayat sürerler. Allah, din, insan, dünya ve âhiret telakkileri mükemmeldir. Bu halleriyle onlar, bütün insanlara, bütün toplumlara örnek teşkil ederler.


Sahabelerin değer ve kıymetini Efendimizin dilinden dinleyelim: Halid bin Velid ile Abdurrahman bin Avf arasında bir anlaşmazlık oldu ve Halid ona hakaret etti. Bunun üzerine Nebi (as) Halid’e; “Sakın ashabımdan herhangi birine sövmeyin. Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onların infak edeceği ne bir müdde ne de onun yarısına denk olabilir.” [7]

Sahabe olmanın şartları:

İbn Hacer der ki: “Sahabi konusunda vâkıf olduğum en sahih tarif şöyledir: "Sahabi, Peygambere (sav) iman (edip), iman ettiği hâlde kendisiyle bir araya gelen ve İslâm üzere ölen kişidir."

 
  • Nebi (sav) ile hayatta iken karşılaşmış, sohbetinde bulunmuş, kısa veya uzun süre birlikte kimselerdir.
  • İman etmeli ve sonra da mürted olmamalıdır. Dinden çıkan bir kimse sahabe olamaz.
  • İslam üzere de ölmelidir.

Şia inancına göre sahabelerin çoğu dinden çıkmıştır. Ali (ra) ve Ehlibeyt haricindeki bütün sahabeleri tekfir eder ve hakaret ederler. Müslümanlar ise sahabelere saygı gösterir ve onları eleştirmekten kaçınır. Mesela Sıffin savaşı, Cebel vakası hakkındaki görüşleriniz nedir diye bir soru sorsak?

Öncelikle Allah’a şükretmeliyiz; bir Müslümanın kanını elimize bulaştırmadığı için. Elimize mademki kanları bulaşmadı bari şimdi de dilimizi tutalım gıybet ederek etlerini yemiş olmayalım. Sonuçta onlar da birer insandı ve doğru buldukları görüş noktasında sebat etmeye çalıştılar. Şüphesiz insan hatadan münezzeh değildir. Nebi (sav) şöyle buyurur: "Hâkim içtihad edip karar verdiği zaman, eğer isabet ederse ona iki sevap vardır. Eğer içtihadında hata ederse, ona da bir sevap vardır." [8]

Sahabelerden isabet eden 2 ecir, edemeyen 1 ecir aldı der, konuyu kapatırız. Görmediğimiz, tanık olmadığımız bir konuda niçin adımızı şahit yazdıralım ki?! Dünyada bile görmediği bir olaya şahitlik yapmaya çalışan kimseye kınama olur, yaptığı şahitlik reddedilir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.” [9]

Allah’ın razı olduğum dediği sahabeleri eleştirmek bizim ne haddimize ki biz bununla emrolunmadık. Rabbimiz şöyle buyurur: “Onlar birer ümmetti, gelip geçtiler. Onların kazançları onlara, sizin kazancınız size. Onların yaptıkları sizden sorulmaz.” [10]

Sahabelerde bizim için güzel bir örneklik vardır

Onlar düşman karşısında sebat ettiler. Geriye dönüp kaçmadılar. Rasulullah (sav.)’in canı kendi canlarından daha değerli oldu. O yüzden Nebi (as)’a ‘Anam babam sana fena olsun ya Rasulullah’ dediler. Allah’ın yardımını celp ettiler.


Birbiriyle savaşan o iki orduda sizin için büyük bir ibret vardır: Bunlardan biri Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâfir olup, karşılarındaki mü’minleri baş gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler ve güçlendirir. Elbette bunda, görecek gözleri olanlar için kesin bir ibret vardır.” [11]

Onlar birbirlerine sırt dönmediler. Düşman karşısında safları ayırmadılar. Bilakis sıkı durdular.

Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”[12]
Yani, doğrusu Allah, Kendi yolunda (tuğlaları ve bütün parçaları) sanki birbirine (kurşunla) kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak (irtibatlı, intizamlı ve itaatli bir teşkilat şuuruna ve ordu disiplini sorumluluğuna sahip olarak cihad edip) çarpışanları seven (ve destekleyen)dir. (Ferdi ve fevri hareket edenleri değil.)

İşte onların en güzel özelliklerinden biri de buydu. Arkadaşlıkları da destekleri de üç günlük değildi. Yalnız hareket etmediler.

Tâbiîn (Arapça: تَابِعُونْ ‎; tâbiûn / tâbi olanlar), Sahabeleri görmüş ve onlarla bir şekilde irtibat kurmuş olan Müslümanlara verilen isimdir. Bu kavramdan hareketle Tabiinleri görmüş ve onlarla irtibat kurmuş Müslümanlara da Tebeut tâbiîn denir.

Övülmüş nesil olan bu üç nesilden İmam Şafii ve Ahmed bin Hanbel’in hayatlarından kısa kesitler okuyalım…

İmam Şâfiî

Şâfiî, 7 yaşında Kur'an-ı Kerim'i ezberledi. Küçük yaşlardan itibaren tanınmış âlimlerin derslerine ve sohbetlerine girdi. Kendisi bu günleri için: ''Kur'an ezberledikten sonra devamlı Mescid-i Harama gidip, fıkıh ve hadis âlimlerinden pek çok istifade ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kâğıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri yazmakta çok sıkıntı çekerdim'' demiştir.

Şafii, Müslümanların ibadetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere, yani gösterdiği bu yola Şâfiî Mezhebi denildi. Ehl-i sünnet itikadında olan Müslümanlardan, amellerini yani ibadet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Şâfiî denir.

İmam Şâfiî, geceyi üçe taksim etmiş; ilk bölümünü kitap telifine, ikinci bölümünü ibadete ve üçüncü bölümü de istirahate ayırmıştır. Kaynaklarda İmam Şâfiî’nin Kur’ân’ı çok güzel okuduğu beyan edilmektedir. Allah kendisinden razı olsun.

İmam Ahmed

O güzel dönemde, İslam’ın hâkim olduğu dönemde de elbette ki imtihanlar bitmeyecektir. ‘Kur’an, Allah’ın kelamı’ olmasına rağmen, Mutezile tarafından ortaya atılan ‘Kur’an mahlûktur’ söylemi, yani Kur’an Allah’ın kelamı değil, Kur’an yaratılmıştır sözü, devletin de benimsediği akide olmuştur. Bu akide herkese dayatılmış, o dönemin birçok hocası da öyle düşünmese bile işkenceler karşısında isteneni söylemiştir. Ama bazı kişiler/şahsiyetler hariç.


Tarsus’ta bulunan Me’mûn, imam Ahmed’le görüşmek isteyince Halku’l-Kur’ân konusunda kendisi gibi düşünen Muhammed b. Nûh ile birlikte, Bağdat Valisi İshak b. İbrâhim tarafından zincire vurularak yola çıkarıldılar. Ancak Rakka’ya vardıklarında halifenin ölüm haberi geldi. Bu sebeple tekrar Bağdat’a gönderildiler. Fakat Muhammed b. Nûh, sıkıntılara daha fazla dayanamadı ve yolda öldü. Ahmed b. Hanbel Bağdat’a getirilerek hapsedildi.

Yeni halife Mu‘tasım-Billâh kardeşinin siyasetini takipte kararlı olduğu için İbn Hanbel’in hapiste tutulmasını istedi. Bir yıl sonra da huzuruna getirterek baş kadı Ahmed b. Ebû Duâd ve güvendiği diğer kişilerle birlikte konu üzerinde yaptıkları münakaşaları dinledi. Onun âyet ve hadis dışında ileri sürülen delillere iltifat etmediğini ve kanaatinden vazgeçmediğini görünce işkenceye tâbi tutulmasını emretti. Şiddetli kamçı darbeleri altında inlediği halde orucunu dahi bozmadığını görünce, uygun bir ifade kullandığı takdirde serbest bırakılacağını söyledi. İbn Hanbel buna da yanaşmadı. İşkencenin hiçbir tesiri olmadığını gören halife onu serbest bırakmayı düşündü. Ancak İbn Ebû Duâd, Kur’an’ı mahlûk saymamak suretiyle dinden çıkan bir kimseyi serbest bırakmanın doğru olmayacağını, halkın bunu “Mu‘tasım kardeşi Me’mûn’un yolundan ayrıldı, üstelik İbn Hanbel her iki halifeyi de mağlûp etti” diyerek yanlış değerlendireceğini söyledi. Bunun üzerine halife kızgın güneş altında cellâtların daha çok kamçılamak suretiyle yaptıkları işkencelere bizzat nezaret etti.

Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle dedi: Babam zindandan çıktıktan sonra sürekli şöyle dua ediyordu: “Allah Teâlâ, Ebu’l-Heysem’e rahmet etsin ve onu affetsin.”

Ey Babacığım! Ebu’l-Heysem denen bu adam da kimdir? diye sordum. Babam bana şöyle dedi:

“Ey Evladım! Zindanda iken işkence günlerimde Allah, beni Ebu’l-Heysem ile destekledi ve bana işkencelere dayanma gücü verdi. Ellerim ve ayaklarım zincirli, hücremden kırbaçlanmaya götürülürken birisi aniden elbisemden çekti. Baktım ki, yere yıkılmış bir mahkûm. Bana baktı ve şöyle dedi;”

“Bana bak ey İmam! Ben bu beldenin serseri, aylak ve hırsız bir adamıyım! İşlediğim bu adi suçlardan dolayı tam 18 bin kırbaç yedim! Ama inat ettim yine de bu batıl davamdan vazgeçmedim! Sen ise Müslümanların İmamısın! Sakın ola ki, kırbaç yediğinden dolayı hak davandan ve söylediklerinden asla vazgeçme!”

Babam bana şöyle dedi: Ey Evladım! Nice âlim dostlarım bana;


“Sözlerimden vazgeçtim deyiver de şu işkenceden kurtul! derken, o serseri, aylak ve hırsız adam bana, sabretmemi ve mücadeleye devam etmem için nasihat etti! İşkence altında iken Ebu’l-Heysem’in sözleri beni Allah’ı izni ile dimdik ayakta tuttu! Allah Subhanehu ve Teâlâ Ebu’l-Heysem’e rahmet etsin ve ona hidayet versin.” [13]

Ali b. Medînî şöyle der; “Allah bu dini ridde günü Ebû Bekir ile mihne günü de Ahmed b. Hanbel ile yüceltmiştir.”

İşte Nebi (as) zamanındaki o ilk üç nesil hem rahat anında hem de zor zamanda birbirlerinin dostlarıydılar. İslam’a sahip çıkıp rahatlarından, konforlarından vazgeçip o zor zamanda dinin yayılmasını sağladılar. Bu dinin neferleri oldular. Allah onlardan razı oldu, adları da böylece tarihe yazıldı. Sonrakiler ise, onları güzel bir şekilde anıp rahmet okudular. İman edenler, ilk üç neslin gösterdiği fedakârlık, sabır ve ihlas gibi güzel özelliklere sahip olarak hayatlarını inşa etmelidirler. Bu ise yalnız başına başarılacak bir iş değildir. Salih arkadaşlarla da oturup kalkmamız, yakınlık kurmamız gerekmektedir.

Rabbim! Arkadaşlarımızı güzel eyle. Allah’ım! Bizleri sahabelere güzellikle misli misline uyan kullarından eyle, hesap gününde bizleri onlarla birlikte haşr eyle. Şüphesiz Sen dualara icabet eden, kabul edensin. Âmin.



 
 
[1] Buhari
[2] 9/Tevbe 100
[3] 2/Bakara 137
[4] 8/Enfâl 74
[5] 3/Âl-i İmrân 110
[6] 2/Bakara 143
[7] (Buhari)
[8] (Buhari)
[9] 17/İsrâ 36
[10] 2/Bakara 140
[11] 3/Âl-i İmrân 13
[12] 61/Saff 4
[13] İbnu’l Cevzi, Menâkibu’l İmam
Whatsapp Destek