Suç ve Ceza

İnsan, hayatına bakıp kendi nefsini muhasebe ettiğinde işlerinin ve hayatının hiçbir zaman istediği gibi gitmediğinin farkına varır. Her insanın hayatında, yolunda gitmeyen bazı şeyler vardır. İnsan ya ticaretinden, ya sağlığından, ya eşinden, ya çocuğundan bir sıkıntı çekmekte ve bundan dolayı da dertlenmektedir.

Aslında bakıldığında dünya üzerinde derdi olmayan hiçbir insan yoktur. Her insanın büyük, küçük bir derdi kesin vardır. Dünyada dertsiz bir insan yoktur.

İnsanların dert sahibi olmaları ya da işlerinin yolunda gitmemesi insanlar tarafından her zaman başka sebeplere bağlanır. İnsan ticareti yolundan gitmediğinde sebebi ticari şartlara, çocuklarının başına gelen musibetleri dış sebeplere bağlar. Elbette her iş zahiri bir sebebe bağlıdır. Ancak sebepleri her zaman uzaklarda aramak doğru değildir.

İnsan, dertlerinin ve sıkıntılarının asıl müsebbibini sürekli başka yerlerde arar durur. Ancak o kadar uzağa gitmeye gerek yoktur. İnsan öncelikle kendi nefsini sorgulamalı ve problemi kendinde aramalıdır. Sürekli her olayı başka sebeplere bağladığımızda nefsimizi muhasebe etmez, edemez, sorgulamaz hale geliriz.  
Aslında yolunda gitmeyen şeylerin müsebbibi bizleriz. Kendi ellerimizle yaptıklarımız ve kazandıklarımızın neticesi, başımıza gelen olumsuzluklar, birer imtihan olarak bizlere uğramaktadır.
Daha önce başka vesileler ile zikrettiğimiz bir ayeti yine burada bu gerekçe ile zikretmek yerinde olacaktır.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah'tan başka hiçbir yardımcı da yoktur.”[1]

İnsanın iyi halinin kötüye değişmesi ya da kötü halinin iyiye değişmesi, kendisinde var olan durumu bozmasından ya da iyileştirmesinden kaynaklanmaktadır.

Kişinin yolunda gitmeyen hususları sadece kendi nefsi ile ilgili olmayabilir. Ülkesi ile çalıştığı fabrikası ile ya da ailesi ile de ilgili olabilir.

Şu anda bulunduğumuz toprakların birden fazla sıkıntısı mevcuttur. Peki bunların müsebbibi; yönetim tarafından sürekli insanlara öğretilmeye ve içselleştirmeye çalışılan dış güçler! midir?
Dış güçlerin ülke ve toplum üzerinde plan ve programları olabilir. Ancak bunun tek sorumlusunu dış güçler ile izah etmek kolaycılık hastalığıdır.

Peki! Toplum hiç dönüp aynada kendisine bir bakmaz mı? Kendi nefsini bir muhasebe etmez mi? Toplumda şu an var olan bu yozlaşma, umursamazlık, vurdumduymazlık gibi kronikleşmiş hastalıklarda mı dış güçlerin oyun ve planlarının neticesidir?
Dış güçler bu ülkenin sorunları için bir can simidi halini dönüşmüş durumdadır. Bu ülke açısından böyledir. Bu örneği biraz daha küçülterek vermeye çalışalım. Bir aile ya da fert düşünün. Başına gelen olumsuzluklar ya da yapmış olduğu hatalarda başka insanları, başka aileleri sürekli sorumlu tutuyor. Bu aile ya da bu fert hiç muhasebe etmek suretiyle kendi hatalarını azaltma ya da bitirme konumuna gelebilir mi? Elbette hayır.  İşte bu ve benzeri örnekler bizlere yansıyan kısımlardandır.

Bu örneğin aynısını İslami hareket içerisindeki cemaatler içinde verebiliriz. Cemaatler bazen bir fitneye kapılabilir. Aralarında ihtilaf edebilirler ve ayrılıklar olabilir. Peki, Müslümanların ya da cemaatlerin kaçta kaçı bu sorunu muhatabından sıyırarak kendisinden bilmektedir.

Kendi nefislerimizi temize çıkarmamalıyız. Ancak herkes işini kendisinin en iyi yaptığına hatanın ise hep başkasından kaynaklandığına inanmaktadır. Gelin! Bu iddia ettiğim cümle ışığında etrafımızda bir gözlemleme yapmaya çalışalım. Hiç hatasını kendinden bilen, başına gelenleri kendine yoran, bir musibetin mercisi olarak kendi nefsini gören var mıdır? Bizler bu ahlâktan ne kadar da uzağız.

Yukarıda da bahsettiğim gibi bu hususu yalnızca müminlerin içerisinde dini konulardan ibaret olarak görmeyiniz. Genel olarak bakmaya çalışalım. Örneğin siyasetçiler kendi siyasetlerini geliştirirken hep muhaliflerinin yapmadıklarını izah ederek çalışırlar. Ya da bir fabrikadaki işçileri düşünün. Yapılmayan ya da aksatılan bir işte suçu ve suçluyu tespit etmek çok zordur.

“Suç gariptir kabulleneni olmaz.” derler ya. İşte suçu ve suçluyu kendimizde aramak ve bulmak bizi rahatlatacaktır. İnsana kalp genişliği verecektir.

Bu yazı ellerimizle yaptıklarımızın neticesini çektiğimizi anlatmaktır.

“Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.”[2]

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Sizi, topraktan yarattığında da ve analarınızın karnında ceninler iken de en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, Allah'a karşı gelmekten sakınanları en iyi bilendir.”[3]

Seyyid Kutub (rahimehullah) bu ayet ile alakalı şöyle demektedir;
“Öyleyse kendinizi temize çıkarmayınız. Çünkü O, kimin kötülüklerden sakındığını herkesten iyi bilir.” 

“Öyleyse gayretkeşlikle O'nun gözüne batmaya çalışmanıza, O'nun karşısında davranışlarınıza değer biçmenize gerek yoktur. O'nun katında eksiksiz bilgi ve duyarlı terazi vardır. Davranışlara biçeceği karşılıklar adildir, sözü kesindir ve her meseleyi kesin çözüme bağlayacak olan O'dur.”[4]

İnsanın nefsini temize çıkarmaması, hem Rabbine karşı işlediği günahlarda hem de insanlar arası ilişkilerde insanın takınması gereken bir tutumdur.

Selefin Kendisini Sürekli Günahkâr Görmesi

Selef kendi yaptıkları salih amelleri yetersiz, kendi günahlarını da çok büyük gördüklerinden sürekli gayret etmeye çalışıyorlardı. Kendi nefislerini sürekli kınamaktaydılar. Kendilerini kusurlu bulmaktaydılar.

Örneğin Malik bin Dinar ile ilgili şu nakledilir; Kendisi geceleyin namaz için kalktığında sakalından tutar ve şöyle derdi; “Ya Rabbi! Sen cennetlikleri ve cehennemlikleri biliyorsun. Peki ya Malik’in mekânı o ikisinden hangisidir?”

Malik bin Dinar selefin en önde gelen imamlarından birisidir. Ancak salih amelleri çok, günahları ise az olmasına rağmen amellerine güvenmemekteydi. Dolayısıyla da kendi nefsini sürekli sorgulayan bir hali var idi.

Bir başka rivayette ise seleften Huzeyfe El Mer’ışî şöyle demektedir;

“Eğer birisi bana gelse ve ‘Ey Huzeyfe! Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin olsun ki senin amelin hesap gününe iman eden insanın ameli gibi değildir.’ dese O’na şöyle derdim; “Ey Falanca! Bu yemininden dolayı kefaret verme, sen yeminini bozmadın.”

Subhanallah! Nasıl da kendisini Allah’a karşı yapması gerekenler hususunda kınayıcı kabul etmekte.

İnsanın aslında Allah’a karşı kendini kusurlu görmesi, kendini yeterli görmemesi gibi bir ahlâka sahip olması kendisini kullar arası ilişkilerde de kendi nefsi ile alakalı hususlarda da kınayıcı kılar. Çünkü nefsin levvame (kınayıcı) olması bir özellik ve ahlâktır.
Ellerimiz ile işlediğimiz günahlarımızın hem dünya da hem de ahirette bizlere getirileri olacaktır. Günahların neticesi bazen sadece fertler ile sınırlı kalmayabilir. Toplum üzerinde de günahların yan etkisi vardır. Toplum olarak işlenen günahların neticesinde bazı durumlarda fertler kendilerini o günahtan uzak tutsa bile günahın cezasının tesirinde -toplumun bir ferdi olduğu için- kalabilir.

Bir Müslüman’ın günahlar hakkındaki düşüncesi şu olmalıdır; İşlenilen günahın küçüğü olmaz. Evet, günahların büyüğü, küçüğü vardır. Ancak insan günahı işlerken küçüğü olmaz. Çünkü insanın küçük görmesi ile birlikte işlediği küçük bir günah onun helâkına sebep olabilir. Bununla birlikte kendisi helak olacak zannederek işlediği bir büyük günah ise onu tevbeye sevk etmek suretiyle Rabbine yöneltebilir. Bu anlamda günahın küçüğü olmaz.
Hatta bazı durumlarda küçük günahlar insana büyük günahlardan daha fazla zarar verebilir. İnsan küçük günah işlediğinden onu günahtan saymayabilir, tevbeyi çokta gerekli görmeyebilir. Bu sebeple küçük sayılabilecek günahları fazlaca işlemeye devam eder. Artan küçük günahlar ise onun kalbinin mühürlenmesine ve netice itibariyle de kalbinin ölmesine neden olabilir. Ancak büyük günah işleyen kimsenin o günahtan tevbe etmesi ve dönmesi, küçük günah işleyene nazaran daha kolaydır.

Bir ateş yakacağınızda küçük odunları ve çalılıkları toplarsınız. Sonrasında ise ateşe verdiğinizde büyük bir ateş haline gelir.

Rasulullah (sav) şöyle buyurdu; “Küçük günahlardan sakının. Çünkü küçük günahların hepsi bir araya geldiğinde kişiyi helak eder.”

Daha sonra Rasulullah (sav) insanlara bu konuda şu örneği verdi; “Bu geniş boş bir arazide konaklayan kimselerin şu haline benzer; Bunlardan bir kimse gidip bir odun getirir, sonra başkası gidip bir başka odun getirir. Böylece bir odun yığını oluştururlar. Sonra yakmış oldukları ateşin üzerine bir yemek koyar pişirirler.”[5] [6]

Günahların insanlar ve toplumlar üzerinde çok fazla zararları vardır. Ancak bu zarar ya da günahların tesiri hemen gözükmeyebilir. Bazı günahların neticesi hemen kendini gösterirken bazıları ise hemen kendini göstermeyebilir.
Günahlarının tesirini hemen görmeyen insan Allah’ın kendi hakkında bir memnuniyetsizliğinin farkına varmaz. Ve kendisi için verilen mühleti unutur. Ancak günahların neticesi hemen olmasa da kendisini mutlaka gösterir. Bazı durumlarda ise günahın neticesi son olarak ahirete de kalmış olabilir.

İşte bu hususları yani günahların neticelerini izah etmeye ve yazmaya çalışacağız. Bu zikredeceğimiz hususların tamamı günahların neticesinden ibaret değildir. Günahların zararları epeyce fazladır. Ancak biz bazılarını zikretmeye çalışacağız.

1) Günahlar insanı hak ile batılı ayırt etme yetisinden ve ilimden mahrum bırakır. İnsan günahlarının neticesinde el-Alim olan Allah’ın katında olandan mahrum kalır. Bu konu ile alakalı olarak

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.

“Ey iman edenler! Eğer Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız; O, size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir.”[7]

Ayette bahsedilen “Furkan” hak ile batılı ayırt etme yetisi ve özelliğidir. Mü'minler, eğer Allah'tan korkarak hareket ederlerse, yani günahları terk ederlerse Allah'ın kendilerine, doğru ile yanlışı ayırt etmelerini sağlayan “furkan'ı” yani tüm işleri doğru bir şekilde anlamaya yarayacak gerçek bilgiyi vereceği konusunda garanti verilmektedir. Günahların işlenmesinin neticesinde ise bir ceza olarak bunun verilmemesi söz konusudur. Bu da insanın yolunu bulamaması, hak ile batılı ayırt edememesi anlamına gelecektir.
“Furkan” dediğimiz bu husus aynı zamanda hikmet ve basirettir. İşte bu verilecek olanlar, kişinin Allah’a olan yakınlığına bağlıdır. Ya da işlenen günahları neticesindeki cezaya bağlıdır.

İnsana verilen “Furkan” ile böylece, mü'minler eğer isterlerse Allah'ın dileğini yerine getirebilir ve O'nun tasdik ettiği yolu takip edebilirler. Furkan, insana bir uyarı cihazı misali, her zaman doğru yolu, Hakk'ın yolunu gösterecek ve sapık yollara, şeytanın yollarına karşı uyaracaktır.

Bununla birlikte Müslümanlar bu ilkeye her zaman ihtiyaç duyarlar. Çünkü hak ile batılı ayırt etme sadece şeytan ile Rahmanın yolunu ayırt etmede gerekli değildir. Bu düzlemde gerekli olduğu gibi müminlerin arasında sürekli var olan ihtilafların ve fitnelerin ayrıştırılması sahasında da bu ilkeye ihtiyaç duyulur. Çünkü müminlerin arasında belli aralıklar ile itikadî, menheci ve davet anlamında menba’ı belli olmayan ihtilaflar sürekli çıkmaktadır. Ya da sadece itikadî, menhecî değil, şahıslar arası ihtilaflarda da “Furkan” özelliğine ihtiyaç duyarız.

Müminlerin sürekli kendi aralarında tekrar eden, kronikleşmiş hataları tekrar etmeksizin İslami harekete katkı sunacak davet, tebliğ, ilim ve diğer hizmetleri yerine getirmeleri gerekirken, ihtilaflar ve ayrılıklar bunların neticesinde ise nasıl hareket edeceğini bilememe hali onları sürekli olarak geriletmektedir. Mehter takımı misali iki ileri bir geri hatta bazen iki geri hiç ileri şeklinde Müslümanlar yerinde sayıp durmaktadırlar. Elbette hikmet ve basiret veya başka tabir ile ilim sadece bu yerde değil, tağutlara karşı yürütülen harekette de önemli rol oynamaktadır.

Ekseninden kaymayan, imtihanlar ve fitneler ile mücadele edebilen İslami yapılar yine “Furkan” ile yani ilim ile yollarını bulabilirler.
Müminler genelde kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklarda, tağut tarafından maruz kaldıkları psikolojik baskılarda ya da kendi aralarında ortaya çıkmış meselelerde çoğu zaman duyguları ile hareket etmektedirler. Onların sahip oldukları korku, sevgi, kızgınlık ya da öfke gibi duygular onları yönlendirerek akıllarını, ilimlerini, bilgi ve tecrübelerini örtmekte ve duyguları ile hareket etmektedirler. Ancak aslında onları yönlendirmesi ve yönetmesi gereken şey Allah’ın korkusu yani takva olmalıdır. İşte bu iki husus aslında birbirlerine gerektiren iki husustur. Kişi Allah’a karşı takvalı olduğunda furkanı elde edebilir. Furkanı elde ettiğinde ise meselelere duygusal yaklaşmadan hareket edebilir.

Ayette geçen bu husus başka ayetlerde de bizlere anlatılmıştır.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”[8]

Seyyid Kutup (rahimehullah) Enfal suresindeki ayet ile alâkalı şöyle demektedir; “Allah korkusu olmadığı zaman, işler duygu ve akıl planında karmaşıklığını, yollar görüş ve fikir planında griftliğini sürdürür. Yolların ayrılış noktasında batıl hak kisvesinde görünür. Kanıt son derece kesin olmasına rağmen, ikna edici olamaz. Susturucu olur, ancak akıl ve kalbi harekete geçirmeye yetmez. Tartışma gereksiz olmaya başlar, münakaşa boşa gitmiş bir emeğe dönüşür. Evet, Allah korkusu olmadığı zaman durum böyledir. Ama Allah korkusu olduğu zaman akıl aydınlanır, gerçek açığa kavuşur, yol belirginleşir, kalbe güven duygusu yer eder, vicdan huzura kavuşur, ayaklar doğrulur ve doğru yolda kalıcı olur. Gerçek, özü itibariyle fıtrata gizli değildir. Fıtratta gerçeğe yönelik bir uyum söz konusudur. ”[9]

Günahların neticesinde ilimden mahrum kalınacağına delil olması yönünden İmam Şafii’nin şu sözünü de zikredebiliriz;

Hocam Vekî'a’ya ezberimin kötülüğünden şikâyet ettim. O da bana günahları terk etmem hususunda tavsiyede bulundu. Çünkü dedi ki; İlim bir nurdur. Ve Allah’ın nuru, günahkâr olana verilmez.

İşte günahların neticesinde mahrum kalacağımız şey bilgi, ilim, hikmet, basiret ve en önemlisi de hak ve batılı ayırt etme vasfıdır.

2) Günahların zararlarından birisi de insanın rızkının daralmasıdır. Günahlardan uzaklaşmak ve istiğfar etmek suretiyle ise kişinin rızkı artar. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Kim Allah'a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar. Onu beklemediği yerden rızıklandırır.”[10]

Bir başka ayette ise Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Dedim ki: ‘Rabbinizden bağışlama dileyin; çünkü O, çok bağışlayıcıdır. (Bağışlama dileyin ki,) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin. Sizi mallarla, oğullarla desteklesin ve sizin için bahçeler var etsin, sizin için ırmaklar var etsin.”[11]

İstiğfar etmek, günahları terk etmek insanın rızkının genişlemesine, bollaşmasına sebep olur. Rızıklanmak demek sadece insanın cebinde parasının olması anlamına gelmez. İnsanlar cepleri paralar ile dolu olsa da yer ve gök insana vermesi gereken yağmuru ve neticesinde nebatatını vermediğinde kıtlık ve kuraklık olacaktır. İnsanın cebinde parası dahi olsa alacak mahsul, yiyecek ve gıda bulamaması rızıklanamaması anlamına gelecektir.

Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır;

“Şüphesiz bir kul işlemiş olduğu günahlar sebebiyle rızıktan mahrum edilir.”[12]

Günah sebebiyle rızkımız daralabilir. Aslında bakıldığında bu mesele çok basit gibi gözüküyor olabilir. Ancak müminler belki de şimdiki zamanda en fazla vakit harcamış oldukları konu kendilerinin ve ehillerinin rızıklarını temin etme konusudur. Şu anda bir Müslüman sadece aslî ihtiyaçlarını karşılamak için günlük 10-12 saat çalışmak zorundadır. Bu bahsi geçen asli ihtiyaçlar sadece barınma, giyinme, yeme, içme gibi ihtiyaçlardır. Dolayısıyla müminin rızkının geniş olmasına, bol olmasına, Rabbi tarafından hesap etmediği yerlerden rızıklandırılmasına ihtiyacı eski zamanlardan çok daha fazladır.

Beşeri sistemlerin bu kadar gelişmediği, kapitalist sistemlerin bu kadar ilerlemediği zamanlarda belki insan az ile yetinme, ihtiyacı kadar bir şeyleri satın alma gibi konularda daha kendi kendine yetebiliyordu. Ancak şimdi 21. yüzyılda emeğin karşılığının az olduğu bu dönemde çok çalışıp, az kazandığını varsayacak olursak ihtiyaç duyduğu şey rızkının geniş olmasıdır. Bu da günahların terki ile mümkündür. Bunu kul sağlayabilirse kulluğuna da daha fazla vakit ayırabilir. Daha fazla ibadet edebilir. Daha fazla Kur’an okuyabilir, daha fazla ilim ile dini ile meşgul olabilir.

Bu yazdığımız satırlar bir başka hususu daha zikretmeyi gerekli kılmaktadır. Her bir günahın getirisi bir günah ve ceza, her bir iyiliğin getirisi ise ancak bir iyiliktir. İnsanın bir günahı terk etmesi ile belki rızkı genişleyecek, rızkının genişlemesi ile kulluğuna belki daha fazla vakit ayıracaktır. Günah ise insanın rızkını ve kalbini daraltacak, tevbe etmediği takdirde ise kulluğunda daha fazla kusur işleyecektir.

İbni Abbas (ra) bu konuda şöyle demiştir; “Şüphesiz ki iyiliklerin kişinin yüzünde bir parlaklığı, kalpte bir nuru, rızıkta bir genişliği, bedende sağlamış olduğu bir kuvveti ve yaratılmışların kalbinde kendisi için peydah ettiği bir sevgisi vardır. Ancak günahların ise kişinin yüzünde ve kalbinde bir karalığı, bedende bir kuvvetsizliği, rızıkta bir eksikliği ve yaratılmışların kalbinde ise kendisi için peydah ettiği bir buğzu vardır.”

3) İnsanlar nezdinde günahlar sebebiyle kişinin ağırlığı ve izzeti yok olur. Günah, sahibine zillet, aşağılık ve hakirlik verir.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Her kim şan ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref bütünüyle Allah'a aittir.”[13]

Müminler arasında bir kişinin kabul görmesi o kimsenin takvası iledir. Ne kadar az günah işliyor ya da insanlar günahlarına ne kadar az şahit olmuşlar ise müminler arasında o kimse o kadar makbul ve takvalı birisidir. Ancak günahlara aldırış etmeden dalan kimse için ise aynı şey söz konusu değildir. Takvalı bir kul Allah katında da insanlar katında da övgüye layıktır. İnsanlar ona saygıyı ve sevgiyi bu sebeple gösterirler. İşte bu sebeple günahlar, insanı Allah katında da insanlar katında da derece olarak düşürür.
Günahkâr kulun heybeti ve ağırlığı günahlar sebebiyle insanlar nezdinde azalır. Çünkü her amelin cezası onun cinsindendir.

Allah’tan korkmayan bir kişi, insanlarında kendisinden korkmaması ile cezalandırılır. Allah’ı sevmeyen ve saymayan bir kul, kulların kendisini sevip, saymaması ile cezalandırılır. Sen Allah’ın sınırlarını ve mahremlerini çiğnersen insanlardan senin saygınlığını ve sınırlarını çiğneyecektir.

Allah’ın yasaklarını hafife alan bir kimse kullar tarafından hafife alınır. Allah’a kişi ne kadar değer verir ise kullardan o kadar değer görür.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Allah, kimi alçaltırsa ona saygınlık kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.”[14]

Müslümanlar bugün topluluk halinde niçin gerektikleri yerde değiller sorusunun cevabını işte bu düzlemde arayabiliriz. Neden müminler eziyet edilen, bazı zulümlere maruz kalan, izzetini, şerefini ve saygınlığını kaybetmiş durumda. Evet, bu sorulara Allah’ın bir sünneti gereği bunlar başımıza geliyor diyebiliriz. Ancak bu cevaptan sonra bizle alakalı kısmında ise günahlarımızın olduğunu itiraf etmeliyiz. Günahlarımız, ihtilaflarımız bizlerin başına bunların gelmesine sebep olmaktadır.

Yine günahkar insanların kötü isimler ile takvalı ve salih amel sahiplerinin ise iyi isimler ile anılması da günahların neticesi olarak sayılabilir. İnsanlar çok fazlaca aynı günaha bulaşmış kimseye hırsız, üç kâğıtçı, sahtekar ya da içkici diye isimler veriyorlar. Bunlar ile o insanları anıyorlar. İşte bu durum aslında günahların zararlarındandır.

Seleften Abdullah ibni Mübarek (rahimehullah) şöyle demiştir;

“Günahların kalpleri öldürdüğünü gördüm.

Günahlara devamlılık kişiye zillet getirir.

Günahların terki ise kalplere hayat verir.

Bunun dolayı senin için en hayırlı olan, günahlara baş kaldırmandır.”

4) Günahlar tüm işlerde, bereketi tamamen yok eder. Günahlar ömrün, rızkın, ilmin ve amelin bereketini yok eder.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Eğer, o memleketlerin halkları iman etseler ve Allah'a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketler(in kapılarını) açardık.”[15]

Rızık veya sahip olunanlar çoklukla, büyüklükle değerlendirilmez. Bunlar bereketiyle değerlendirilir. Ömrün uzunluğu senelerin ya da ayların uzunluğu ile değil, bereketiyle ölçülür.

Yetiştiremediğimiz işlerin, koşturma içerisinde süregeldiğimiz hayatın en fazla ihtiyaç duyduğu şey bereketin olmasıdır. Bereket bir işin içerisinde çekilip alındığında insan kendi gücü ve işi ile baş başa kalır. Dolayısıyla da çoğu şeye güç yetiremez. Bereket bir işte ilahi yardımın bulunmasıdır. Bu ilahi destek bulunduğunda kazancın az olsa da yeterli gelir. Ömrün kısa olsa da faydalı geçer. İlim talebinde kısa sürede çok mesafe kat edebilirsin.
5) Günahlar kişinin kendisi ile Rabbi arasındaki bağları koparır. Kişinin kalbinde taatlere karşı bir soğukluk peydah eder.
İnsan günahlara girmek suretiyle ne kadar dünya lezzetini tadarsa tatsın, tüm lezzetlerden sonra Rabbine isyan ettiğinden dolayı kalbinde bir soğukluk olacaktır. Bir huzursuzluk var olacaktır. İşte bu soğukluk aslında Rabbi ile olan bağın zayıflamasındandır.

Kul ile Rabbi arasındaki ilişki koptuğunda ise kuldan birçok hayır kesilmiş olacaktır. Kul Allah’tan ve O’na itaatten uzaklaştığı ölçüde şeytana ve yoluna yaklaşacaktır.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Kim, Rahman'ın Zikri'ni görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur.”[16]

6) Günahlar nimetlerin yok olmasına, belaların gelmesine sebep olur. Müslümanların ellerinde sahip oldukları nimetlerin yok olmasına günahları sebep olur. Allah Teâlâ kendilerine nimet vermek suretiyle müminleri imtihan eder. Ancak verilen nimetin şükrünün eda edilmemesi ya da başka günahlara dalmak o nimetlerin elden çıkmasına sebep olur.

Müslümanların zaman zaman sahip oldukları mescitleri, birlikte ibadet paylaşıyor olmaları, bir arada bulunmaları ve daha birçok husus onlara verilmiş olan nimetlerdir. Bu nimetler bazen akamete uğramaktadır. İşte bunun sebebi bizlerin günahlarıdır. Bu günahlar sebebiyle nimet yok olmuştur.

Bu nimetlerin yok olmasının bir adım ötesi ise bir musibete ya da belaya uğramaktır.

Ali (ra) şöyle demiştir; “Her bir bela ancak bir günahtan ötürü gelir ve ancak tevbe ile ortadan kalkar.”

Yukarıda zikrettiğimiz Şura suresi 30. ayet yine bu minvalde zikredilebilir.

7) Günahlar toplum içerisinde fesadın ortaya çıkmasına sebep olur.
İşlenilen günahlar, yeryüzünde, denizde, havada, ekinde ve nesilde bozuklukları ve fesadı ortaya çıkarmaktadır.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.”[17]

8) Günahlar dualara icabet edilmemesine sebep olur.
Rasulullah’ın (sav) hadisinde geçtiği üzere Efendimiz şöyle buyurdu;

“Bir kimse uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir halde ellerini semaya uzatarak; “Ya Rabb, Ya Rabb!” diye dua eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla ile gıdalanmış. Böyle bir kimsenin duası nasıl kabul edilir!?”[18]

9) Günahlar kişinin işlerin zorlaşmasına ve psikolojik bunalıma sebep olur. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Her kim de benim zikrimden (Kur'an'dan) yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Birde onu kıyamet gününde kör olarak haşr ederiz.”[19]

10) Bu sayılanlar ile birlikte günahların birde ahiretteki karşılığı vardır. Ahirette de şiddetli bir azap vardır.

Semure İbni Cündeb (ranh) anlatıyor; Rasulullah (sav) sık sık: “Sizden bir rüya gören yok mu?” diye sorardı. Görenler de, O'na Allah'ın dilediği kadar anlatırlardı. Bir sabah bize yine sordu; “Sizden bir rüya gören yok mu?” Kendisine; “Bizden kimse bir şey görmedi!” dediler. Bunun üzerine; “Ama ben gördüm” dedi ve anlattı; “Bu gece bana iki kişi geldi. Beni alıp haydi yürü! dediler, yürüdüm.

Yatan bir adamın yanına geldik. Yanında biri, elinde bir kaya olduğu halde başucunda duruyordu. Bazen bu kayayı başına indirip onunla başını yarıyordu, taş da sağa sola yuvarlanıp gidiyordu. Adam taşı takip ediyor ve tekrar alıyordu. Başı eskisi gibi iyileşinceye kadar vurmuyordu, iyileştikten sonra tekrar indiriyor, önceki yaptıklarını aynen yeniliyordu. Beni getirenlere;

“Subhanallah! Nedir bu? dedim. Dinlemeyip; “Yürü! Yürü!” dediler.
Yürüdük, sırt üstü uzanmış birinin yanına geldik. Bunun da yanında, elinde demir kancalar bulunan biri duruyordu. Adamın biri yüzüne gelip, çengeli takıp yüzünün yarısını ensesine kadar soyuyordu. Burnu, gözü enseye kadar soyuluyordu. Sonra öbür tarafına geçip, aynı şekilde diğer yüzünün derisini de ensesine kadar soyuyordu. Bu da, yüz derileri iyileşip eskisi gibi sıhhate kavuşuncaya kadar bekliyor, sonra tekrar önce yaptıklarını yapmaya başlıyordu. Ben burada da; “Subhanallah, Nedir bu?” dedim. Cevap vermeyip; “Yürü! Yürü!” dediler.

Beraberce yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik, içinden birtakım gürültüler, sesler geliyordu. Gördük ki, içinde bir kısım çıplak kadınlar ve erkekler var. Aşağı taraflarından bir alev yükselip onları yalıyordu. Bu alev onlara ulaşınca çığlık koparıyorlardı. Ben yine dayanamayıp; “Bunlar kimdir?” diye sordum. Bana cevap vermeyip;

“Yürü! Yürü!” dediler.

Beraberce yürüdük. Kan gibi kırmızı bir nehir kenarına geldik. Nehirde yüzen bir adam vardı. Nehir kenarında da yanında birçok taş bulunan bir adam duruyordu. Adam bir müddet yüzüp kıyıya doğru yanaşınca yanında taşlar bulunan kıyıdaki adam geliyor, öbürü ağzını açıyor bu da ona bir taş atıp kovalıyordu. Adam bir müddet yüzdükten sonra geri dönüp adama doğru yine yaklaşıyordu. Her dönüşünde ağzını açıyor, kıyıdaki de ona bir taş atıyordu. Ben yine dayanamayıp; “Bu nedir?” diye sordum. Cevap vermeyip yine; “Yürü! Yürü!” dediler.

Beraberce yürüdük. Çok çirkin görünüşlü bir adamın yanına geldik. Böylesi çirkin kimseyi görmemişsindir. Bunun yanında bir ateş vardı. Adam ateşi tutuşturup etrafında dönüyordu. Ben yine; “Bu nedir?” diye sordum. Cevap vermeyip; “Yürü! Yürü!” dediler.
Beraberce yürüdük. İri iri ağaçları olan bir bahçeye geldik. İçerisinde her çeşit bahar çiçekleri vardı. Bu bahçenin içinde çok uzun boylu bir adam vardı. Semaya yükselen başını neredeyse göremiyordum. Etrafında çok sayıda çocuklar vardı. Ben yine; “Bunlar kimdir?” dedim. Cevap vermeyip; “Yürü! Yürü!” dediler.
Beraberce yürüdük. Ulu bir ağacın yanına geldik. Ne bundan daha büyük, ne de daha güzel bir ağaç hiç görmedim. Arkadaşlarım; “Ağaca çık!” dediler. Beraberce çıkmaya başladık. Altın ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre doğru yükselmeye başladık. Derken şehrin kapısına geldik, Kapıyı çalıp açmalarını istedik. Açtılar ve beraberce girdik. Bizi bir kısım insanlar karşıladı. Bunlar yaratılışça bir yarısı çok güzel, diğer yarısı da çok çirkin kimselerdir. Sanki böylesine güzellik, böylesine çirkinlik görmemişsindir.

Arkadaşlarım onlara; “Gidin şu nehre girin!" dediler. Meğerse orada açıkta bir nehir varmış. Suyu sanki safi süttü, bembeyaz... Gidip içine girip çıktılar. Çirkinlikleri tamamen gitmiş olarak geri geldiler. İki tarafları da en güzel şekli almıştı.

Beni dolaştıran arkadaşlarım açıkladılar: “Bu gördüğün Adn cennetidir. Şu da metin makamındır. Gözümü çevirip baktım. Bu bir saraydı, tıpkı beyaz bir bulut gibi. “Beni gezdirin, içine bir gireyim!” dedim. “Şimdilik hayır! Ama mutlaka gireceksin.” dediler. Ben; “Geceden beri acayip şeyler gördüm, neydi bunlar?” diye sordum.
“Sana anlatacağız,” dediler ve anlattılar; “Taşla başı yarılan, o ilk gördüğün adam, Kur'an'ı atıp reddeden, farz namazlarda uyuyup kılmayan kimsedir.

Ensesine kadar yüzünün derileri, burnu, gözü soyulan adam, evinden çıkıp yalanlar uydurup, etrafa yalan saçan kimsedir.
Fırın gibi bir binanın içinde gördüğün kadınlı erkekli çıplak kimseler, zina yapan erkek ve kadınlardır.

Kan nehrinde yüzüp ağzına taş atılan adam faiz yiyen adamdır.
Ateşin yanında durup onu yakan ve etrafında dönen pis manzaralı adam, cehennemin, ateşin bekçisidir.

Bahçede gördüğün uzun boylu adam İbrahim (aleyhisselam) idi. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere (buluğa ermeden) ölen çocuklardır.”

Cemaatten biri hemen atılarak; “Ey Allah'ın Rasulü! Müşrik çocukları da mı?” diye sordu. Rasulullah (sav) “Evet, müşrik çocukları da.” dedi ve anlatmaya devam etti; “Yarısı güzel yarısı çirkin yaratılışlı olan adamlara gelince, bunlar iyi amellerle kötü amelleri birbirine karıştırıp her ikisini de yapan kimselerdir. Allah onları affetmiştir.”
[20]

Ey Nefsim! Cüretkâr mısın azaba da 

Bu denli devam edersin günaha

Selam ve dua ile…
 
[1] (13/Rad 11)
[2] (42/ Şura 30)
[3] (53/ Necm 32)
[4] (Fi Zilal’il Kur’an)
[5] (Ahmed bin Hanbel, Müsned)
[6] (Hadis zayıftır.)
[7] (8/ Enfal 29)
[8] (57/ Hadid 28)
[9] (Fi Zilal’il Kur’an)
[10] (65/ Talak 2-3)
[11] (71/ Nuh 10-11-12)
[12] (İbni Hibban)
[13] (35/ Fatır 10)
[14] (22/ Hac 18)
[15] (7/ Araf 96)
[16] (43/Zuhruf 36)
[17] (30/ Rum 41)
[18] (Müslim)
[19] (20/ Taha 124)
[20] (Buhari)
Whatsapp Destek