Taif Yolculuğu

Rasulullah (sav), peygamberliğin 10. yılında Mekke dışına çıkarak insanları İslam’a davet etmek istedi. Bu amaçla yanına Zeyd bin Harise’yi alarak Mekke’ye yaklaşık 100 km uzaklıktaki Taif’e doğru yola çıktı. Taif’e gelinceye kadar yolda karşılaştığı başka kabilelere de İslam’ı tebliğ etti. Ancak davetine icabet eden olmadı. Sonrasında ise Taif’e ulaştı. Taif’e girince, Taif’in ileri gelenlerinden Abdiyaleyl, Mesud ve Habib es Sakafî kardeşleri İslam’a davet etti. Ancak onlarda Rasulullah’ın (sav) davetine icabet etmediler, aksine sert ve kaba davrandılar. Rasulullah (sav) Taif’te yaklaşık 10 gün kadar kaldı. Ve Taiflilere dini tebliğ etti, hiç kimse icabet etmedi. Aksine Taifliler halkı kışkırtarak Rasulullah’ı (sav) taşlatmışlardı. Rasulullah (sav) ise çaresiz bir şekilde Taif’ten çıktı. Mekke ahalisinden olan Utbe ve Şeybe bin Rebia’nın bahçesine gelinceye kadar bu olay devam etti. Bahçeye ulaşınca biraz istirahat etti ve Allah Teâla’ya şu şekilde dua etti.

“Allah'ım! Gücümün zayıflığını, insanlara karşı takatimin ve gücümün azlığını sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin merhametlisi! Sen zayıfların Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Sen beni kimin eline bırakıyorsun? Bana kötü muamele yapan yabancıya mı? Yoksa beni eline bıraktığın düşmana mı? Bu, senin bana karşı bir öfkenden ileri gelmiyorsa ben buna aldırış etmem. Fakat senden gelecek bir himaye ve koruyuş her zaman çok daha hoştur. Senin öfkene uğramaktan, karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini ıslah eden yüzünün nuruna sığınıyorum. Her şey senin hoşnutluğun içindir. Güç ve kuvvet ancak sendendir.”

Daha sonra ise Utbe ve Şeybe, Addas ismindeki Hrıstiyan olan kölelerini Rasulullah’ın (sav) yanına göndererek üzüm vermesini söylediler. Addas, üzüm salkımını Rasulullah’a (sav) uzatınca efendimiz ‘Bismillah’ dedi. Bu sözü duyan Addas şaşırmıştı. Taif halkının bu sözü kullanmayacağını biliyordu. Bunu efendimize söyledi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) memleketini ve dinini sordu. Addas, Ninovalı olduğunu ve Hrıstiyan olduğunu söyleyince, efendimiz ‘Salih kul Yunus bin Metta’nın memleketinden mi?’ diye sordu. Addas Rasulullah’ın (sav), Yunus peygamberi tanıdığını görünce hemen Rasulullah’ın (sav) başını, elini ve ayaklarını öpmeye başladı. Çünkü ancak bir peygamberin bilebileceği bir haberi verdiğini biliyordu.

Rasulullah (sav) Taif’ten biraz uzaklaşarak Karnul Menazil isimli yere ulaşınca Allah Teâla kendisine, Cebrail (as) ile birlikte dağlar meleğini göndererek kâfirlere Rasulullah (sav)’in istemesi halinde azap edileceğini vahyediyordu. Ancak Rasulullah (sav) bunu istemedi, onların nesillerinden Allah’a ibadet edip, şirk koşmayacak insanların geleceğini ümit ediyordu.

Efendimiz yine dönüş yolunda iken, Nahle vadisine varınca Allah Teâla tarafından gönderilen cinler Rasulullah’tan (sav) Kur’an dinleyerek iman etmişlerdi. Bu gerçek, Allah tarafından efendimize bildirilmişti. Ve nihayet Rasulullah (sav) Mekke yakınlarına gelmişti, ancak birisinin emanı ile oraya girebilirdi. Birkaç kişiye haber etmişti. Ama olumsuz sonuçlanmıştı. Son olarak Mut’im bin Adiyy’e haber gönderdi. Mut’im de kabul etti, kendisi ve oğulları kılıç kuşandı. Efendimizi emanı altına aldığını Mekkeliler’e haber verdi. Sonrasında ise efendimizi evine girinceye kadar muhafaza etti.
Rasulullah (sav), nihayetinde Mekke’ye sağ salim girmişti.

Rasulullah’ın (sav) yapmış olduğu bu yolculuktan çıkarılması gereken birtakım dersler ve öğütler vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür.

1) Rasulullah (sav), davasında ve davetinde asla gevşeklik göstermemiştir. Taif yolculuğu peygamberliğin 10. yılında meydana gelmiştir. Efendimiz Mekke’de birçok sıkıntı ile karşılaşmış, boykotlara maruz kalmıştı. Eşini ve amcasını da kaybetmişti. Ancak bu imtihanların hiçbiri onu herhangi bir gevşekliğe itmedi.

Günümüz davetçileri de birtakım sıkıntılara maruz kalabilirler. Ancak onların davaları ve davetleri her şeyin önündedir. Farklı farklı imtihanlar ve musibetlere maruz bırakılabilirler, ama Rablerine kavuşuncaya kadar bu yoldan vazgeçmemelidirler. Çünkü ilim talebeleri ve davetçiler, peygamberlerin varisleri olarak kendilerini tanımlamaktadırlar. Hakikatte budur. O takdirde davetçi yaptığı işlerde gevşeklik göstermemelidir. Yaptığı işi, yani davetini ciddiye almalıdır. Davasını hayatının merkezine konumlandırmalıdır. Çünkü davası var ise O vardır. Davasına verdiği önem kadar önemli, verdiği değer kadar değerlidir.

2) Allah Teâla Ahkaf suresi 35. ayetinde Rasulullah’a (sav) hitaben şöyle buyurmaktadır.

“(Ey Muhammed!) O hâlde, yüksek azim sahibi peygamberlerin sabretmesi gibi sabret.”

Bu ayetlerin öncesinde de yine Taif dönüşünde meydana gelen cinlerin Müslüman olmalarından bahsetmektedir. Ancak burada dikkat çekmemiz gereken husus şudur. Allah Teâla efendimize kendisinden önce gelmiş geçmiş olan ve musibetlere maruz kalan peygamberler gibi sabretmeyi telkin ediyor. U’lul azm peygamberleri Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (as) dır. Nuh, İbrahim, Musa ve İsa peygamberleri hayatlarına baktığımızda hep kâfirler tarafından, toplumları tarafından musibetlere maruz kalmışlardı. Allah Teâla efendimize bunu aslında hatırlatıyor. Rabbimiz ‘Onlar nasıl imtihan edildiler ve sabrettiler ise sende sabretmelisin.’ telkininde bulunmaktadır. Sadece bu ayette değil birçok ayette sabır tavsiye edilmektedir. Hatta daha ilk inen ayetlerden olan Müddessir suresinin 1. ve 7. ayetleri arasında da aynı husus vurgulanmaktadır.

“Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar! Sadece rabbinin büyüklüğünü dile getir. Elbiseni tertemiz tut. Her türlü pislikten uzak dur. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Rabbinin rızasına ermek için sabret.”

Ayetlerin akışından da anlaşılacağı üzere aslında davet başlayınca, topluma uyarı başlayınca, birtakım imtihanlar da başlamaktadır. Bu imtihanlara da sabretmek gerekmektedir. Davet başlamaz, uyarı başlamaz, kıyam başlamaz ise herhangi bir imtihan söz konusu olmayacaktır. İmtihan olmayınca da sabredilesi bir husus yoktur zaten.

Bunları zikrettikten sonra alınması gereken ders, insanın bir şeyi ön kabul ile kabul etmesi halinde yapacağı işin kolaylaşmasıdır. Rabbimiz davaya ve davete sahip çıkacak insanların imtihan edileceğini bizlere anlatmaktadır. Sürekli sabretmemiz gerektiğinden bahsetmektedir. Nuh’dan (as) beri hak ve batıl mücadelesini bizlere serdetmektedir. Bu takdirde bir davetçinin davet yoluna çıkıp ta, imtihan beklememesi normal midir? Ya da zorluklar ile karşılaşmaması olağan bir durum mudur? Geçmiş ümmetteki peygamberlerin, kendi peygamberimizin, sahabelerin Allah yolunda çektiği sıkıntıları bir hikâye tadında okuyup ta idrakine varmaması sıradan mıdır? Elbette değildir. Bu yolda sıkıntılar, işkenceler, imtihanlar vardır. Bu imtihanları ön kabul ile kabul etmek ve bunlara sabretmek için kendi nefsimize telkinde bulunmamız gerekmektedir.

3) Rasulullah (sav), bu yolculuğu 10. yılda gerçekleştirmiştir. Bu da bize şunu göstermektedir. Kendi sorumlu olduğu belde de bir aşama kaydetmedikçe başka bir beldeye Rasulullah (sav) gitmedi. Orada ne zamanki davetini insanlara büyük ölçüde ulaştırdı sonrasında başka beldeleri programına aldı.
Bizim bu konudan çıkarmamız gereken ders, davetçilerin aceleci davranmaması ve öncelikle ilk sorumlusu olduğu insanlardan başlamak üzere davetlerini yapmaları daha hikmetli bir hareket olacağıdır. Bu aynı zamanda şunu da getirecektir. Her bölgenin ve yörenin farklı farklı iletişim dili, örfü, insanı vardır. Her beldenin davetçileri kendi beldesinin insanları daha iyi tanımaktadır. Nasıl davete başlaması gerektiğini, önceliklerin ne olması gerektiğini, nasıl karşılık alırsa nasıl hareket etmesi gerektiğini kendi beldesinden olmayan bir davetçiden çok daha iyi bilecektir. Çünkü o toplumun içinden bir ferttir, o beldenin havasını teneffüs etmektedir. Örneğin Konya’da çok iyi bir davetçi, İstanbul’da belki de davet noktasında başarılı olamayacaktır. Ya da Konya’da yaşayan bir davetçinin bilmesi gereken fikri akımlar birkaç ile sınırlı iken, İstanbul’daki bir davetçinin kendi şehrinde her milletten, her düşünce tarzından insanların olması, kozmopolit bir şehir olması hasebiyle çok fazla fikri akımın düşünce yapısını incelemesi, onların delillerinin ne olduğunu bilmesi, fikirlerini dayandırdıkları alt zeminin farkında olması gerekmektedir.

4) Rasulullah (sav), Taif dönüşü Allah Teâla’ya dua ettiğinde şu ifadeler kendisinden sadır olmuştu; Bu, senin bana karşı bir öfkenden ileri gelmiyorsa ben buna aldırış etmem.” 

Efendimiz zahiren herhangi bir hata etmemişti. Ancak başına gelen musibette hemen kendisini muhasebe edip, rabbinin öfkesinden dolayı bu musibetlere maruz kalabilme ihtimalini dillendirmişti. İmtihanlar insanların başına ya cennetteki derecesini yükseltmek, ya günahlarını dökmek, ya da kişinin günahlarından, rabbin öfkesinden dolayı gelir. Peygamber efendimizin ki elbette ki bu babdan değildi. Ancak o hemen bunu dillendirmişti.
Davetçilerde ne kadar fedakârlık gösterseler, işlerini ne kadar iyi yapsalar, Allah’ın dinine hizmet etseler de başlarına gelen musibetler de hemen nefislerini, günahlarını, kusurlarını muhasebe etmelidirler. Bu ıslah olmuş nefislerin bir vasfıdır. Islah olmamış, azgınlaşmış nefisler ise hatayı sürekli başkalarında ararlar. Faturayı başkalarına keserler. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;


“Onlar, ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak duran kimselerdir. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması çok geniş olandır. Sizi, topraktan yarattığında da ve analarınızın karnında ceninler iken de, en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, Allah'a karşı gelmekten sakınanları en iyi bilendir.”[1]

Davetçilerin davet yolunda kendilerine lazım olacak en önemli yol azığı, Allah ile olan güçlü bağlarının olmasıdır. Davetçi imtihan edilecek, musibetlere duçar olacak ve her seferinde Rabbinde sükûnet bulacaktır. O’na yalvaracak, yakaracak, dua edecek, O’ndan başka kimsesinin olmadığının farkına varacaktır. Hüznünü, kederini rabbine anlatacaktır. O’ndan başka hüzünleri giderecek, tasayı söküp atacak kimsesi yoktur. Allah Teâla, Onunla beraber ise artık tüm dünya karşısında olsa da bir önemi yoktur. Rabbi kendisini desteklemiş, razı olmuştur. Ancak tüm dünya Onunla olsa Rabbi öfkelenmiş ise, o öfkeden kendisini kurtaracak hiçbir kimse yoktur.   

5) Allah Teâla, efendimizi cinlerin iman etmesi ile desteklemiştir. Rasulullah (sav), Taif’ten dönerken her ne kadar hiç kimse kendisine icabet etmemiş olsa da Allah Teâla kendi desteğinin onun yanında olduğunu bilmesi ve onun hüznünün giderilmesi için cinleri göndermiş, cinlerin iman etmelerini murad etmiştir. Bir önceki zikrettiğimiz maddede kısmen değindiğimiz gibi davetçiyi destekleyecek ve başarıya ulaştıracak olan Allah Teâla’dır. Davetçi rabbi ile olan bağını güçlendirmelidir.

“Hani Kur'an'ı dinlemek üzere cinlerden bir grubu sana yöneltmiştik. Onlar, onun huzuruna gelince birbirlerine, "Susun!" dediler. Kur'an'ın okunması bitince de uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.”

“Dediler ki: "Ey kavmimiz! Şüphesiz biz, Mûsâ'dan sonra indirilen, kendinden önceki kitapları doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola ileten bir kitap dinledik.”


“Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun, ona iman edin ki, günahlarınızı bağışlasın ve sizi elem dolu bir azaptan kurtarsın.”[2]

6) Rasulullah (sav) ahde vefa gösteren bir kimseydi. Mekke’ye gireceğinde Mut’im bin Adiyy kendisine eman vermişti. Rasulullah (sav) ise o kişinin yapmış olduğu hususu unutmamış ve Bedir savaşından sonra Bedir esirleri hakkında şöyle söylemişti; “Mut’im bin Adiyy hayatta olsaydı, bana da şu müşrik esirler hakkında teklifte bulunsaydı, bu esirlerin hepsini ona bırakırdım.” Bu efendimizin ne kadar ahde vefa sahibi birisi olduğunun bir işaretidir.

Bir sonraki yazımızda görüşmek temennisiyle…

Selam ve dua ile…
 
[1] (53/Necm 32)
[2] (46/Ahkaf 29-30-31)
Whatsapp Destek