Tarihi Aydınlatanlar

Hamd, biz kullarına kendisini tanıtan Allah’adır. O’na hamd ve tevbe eder, O’ndan yardım ve bağışlama dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. Allah’ın hidayete ilettiğini kimse saptıramaz, saptırdığını da kimse hidayete erdiremez. Bir ve tek olan Allah’tan başka hak ilah olmadığına ve Muhammed’in (sav) O’nun kulu ve Rasulü olduğuna şehadet ederim.

İslam’ın güneşinin şafaktan doğmasıyla şirkin karanlığı aydınlığa, başıbozukluk düzene, güçsüzlük ve acizlik kuvvet ve azamete dönüştü. Zillet zincirlerinden kurtulan insanlar izzetin en zirvesine ulaştı. Cehaletin hâkim olduğu beldelerde, ilim ve fazilet yaygınlaştı. Böylece tüm insanlığın ortak mirası olan İslam dini ikmal edilmiş oldu. Ancak İslam’ın güneşi bütün insanlığın üstüne eşit bir şekilde doğmuş olmasına karşın, insanlardan bir kısmı onunla yücelirken bir kısmı da onun karşısında zilleti tattı.

İslam’ın ışığıyla aydınlanan birçok kahraman İslam tarihinin aydınlık sayfalarındaki yerlerini almış olsa da o kahramanların hayatları bir vakit sonra kitapların içine hapsoldu ve unutuldu. Bir vakitler onların hayatlarıyla yollarını aydınlatan İslam ümmeti, asrımızın karanlıkları içinde bocalarken kendilerine sunulan Modern çağın sahte kahramanlarıyla avutuldu. Oysa bin dört yüz yıllık mücadele birçok savaşı, yaşanan savaşlar zaferleri ve zaferlerde birçok kahramanı ortaya çıkarmıştı.

Bu mücadelenin ilk kahramanları Allah Rasul’ünün (sav) ashabıydı. Onlar ki Allah’ın elçisine tüm Arapları karşılarına alma pahasına biat etmiş olan bir topluluktu. Allah’ın elçisine biat etmek üzere Akabe’ye geldiklerinde içlerinde en genci olan Esad bin Zürare’nin (ra), orada bulunanlara söylediği sözler bunun en güzel örneğiydi. Esad bin Zürare (ra), Rasulullah’ın (sav) elinden tuttu ve dedi ki: “Yavaş olun ey Yesribliler! Biz onun Peygamber olduğunu bilerek develerimizle koştura koştura geldik! Bugün O’nu Mekke’den çıkarıp Yesrib’e götürmek, bütün Arapları karşımıza almak, hayırlılarımızın öldürülmesini göze almak, savaşıp kılıç yarasına razı olmak demektir. Eğer bu durumlara sabır ve tahammül gösterecekseniz onu alınız, ücretiniz Allah’a aittir. Yok, eğer nefislerinizden korkuyorsanız onu şimdiden bırakınız. Lütfen bunu açıklayınız. Belki bu, Allah’ın indinde sizin için bir mazeret sayılır.” Bunun üzerine ona şöyle dediler: “Bu lafları bırak, ey Esad! Allah’a yemin olsun ki artık bu biatten vazgeçmeyiz ve bırakmayız.[1]

Onlar ki Allah’a ve Rasulüne iman eden, ondan sonra da hiç şüpheye düşmeksizin Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden bir topluluktu. Allah (svt) Kitab-ı Kerim’inde onları şu şekilde vasıflandırdı ve dedi ki:

“Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah’a ve Resulüne iman etmiş, sonra da şüpheye düşmeden Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad etmişlerdir. Bunlar, sadık olanların ta kendileridir”[2]

Onlar Rasulullah’ın (sav) arkadaşları ve bu zorlu yolculuktaki yoldaşlarıydılar. Rasulullah’ın (sav) asr-ı saadette yetiştirdiği bu altın nesil, hiçbir zaman eskimeyecek olan bir dönemin, ilk temsilcileriydiler. Onlar kapkaranlık bir dönemin, karanlık insanlarının arasında, vahyin aydınlığıyla savaşan, bu uğurda gözlerini kırpmadan ölüme koşan, aydınlık savaşçılarıydılar. Onlar son Nebi’yi gören, O’na inanan, o imanla yaşayıp ölen, O’na gönül veren, O’nu kendisine önder ve rehber edinen, dava adamlarıydılar.

Onların savaşı ne mücerret bir hâkimiyet içindi, nede beldeleri kan gölüne çevirip tarumar etmek içindi. Onların savaşı küfrün karanlığı içinde kaybolmuş olan insanlığı vahyin nuruyla aydınlatmak; kula kulluğa son verip, insanların sadece Âlemlerin Rabbi olan Allah’a kul olduğu bir dönemi başlatmaktı. Bunu yapabilmenin tek yolu da Allah’ın dini ile insanlar arasına giren Tağutları bertaraf etmekten geçiyordu. İşte bu Rasulullah’ın (sav) onlara öğretmiş olduğu müstakîm olan yoldu.

Kadisiye Savaşının öncesinde Perslilerin komutanı Rüstem, Sa’d bin Ebû Vakkas’a (ra) konuşmak istediklerini belirtip bir adam göndermesini istedi. Bu talep üzerine Sa’d bin Ebû Vakkas (ra) ona Rib’i bin Amr’ı gönderdi. Rüstem altın yaldızlı bir sergide altından işlenmiş yastıklara yaslanmış halde oturuyordu. Rib’i, at üzerinde yanına vardı ve kılıcı da üzerindeki yamalı elbisesine asılıydı. Mızrağını da bir mendile bağlamıştı. Sergilere varınca atıyla onları çiğnedi ve iki yastığı ayırarak atını bağlamak için kullandı. Bineğin üzerindeki abayı alarak zırh gibi kuşanmıştı. Ona silahlarını bırakması için işaret edildiğinde, “Şayet buraya kendi isteğimle gelmiş olsaydım bunu yapardım. Fakat siz beni buraya çağırdınız” dedi. Sonrada mızrağına yaslanarak ve bastığı sergileri yırtarak yürümeye devam etti. Böylece Rüstem’e yaklaştı. Yere oturdu. Mızrağını da sergiye sapladı.

-Bizler sizin süslü sergilerinizde oturmayız, dedi. Rüstem:

 -Sizi buraya getiren nedir?” diye sorunca:

- Allah bizi buraya getirdi. Bizi, insanları kulların kulluğundan çıkarıp Allah’a kul etmemiz, dünyanın darlığından kurtarıp genişliğine, dinlerin zulmünden İslam’ın
adaletine götürmek için gönderdi. Bize elçisini bir din ile gönderdi. Kim bunu kabul ederse onu serbest bırakır ve döner gideriz. Topraklarını terk ederiz. Aksi takdirde ya cenneti ya da zaferi kazanıncaya kadar savaşırız.”[3]


Rasulullah’ın (sav) rehberliğiyle şereflenmiş olan bu seçkin topluluk, hayatları boyunca bunun için mücadele ettiler. İnsanları kula kulluktan kurtarıp Allah’a kul olmalarını sağlayabilmek adına denizleri ve kıtaları aştılar. Dünyanın darlığını genişliğe çevirdiler. Zulümle dolu olan yeryüzünü adaletle doldurdular. Onların kılıçları adeta Rahmân’ın merhametinin bir tecellisiydi. Onunla zalimler ve müstekbir tağutlar alçalırken, onların zulümleri altında inleyen mazlumlar yüceldiler. Küfrün ve zulmün karanlığı içinde harap olmuş olan şehirleri, vahyin nuruyla mamur kıldılar. Yeni şehirler ve mescitler inşa ederek İslam davetini en ücra köşelere kadar ulaştırdılar. Onların savaşı asla yıkım değildi. Onların savaşı çekirdeğini yararak çıkan bir filiz misali gibiydi. Bu filiz İslam’ın filiziydi ve büyüyüp altında tüm insanlığı gölgelendirebilmesi için bazı engelleri yıkması gerekiyordu. Ama bu yıkım bir son değil, yeni bir dönemin başlangıcıydı.  İşte bu başlangıç, Rasulullah’ın (sav) bu ümmete işaret etmiş olduğu nihai hedefe ulaşmasını sağlayacak olan yolun başıydı.

Sevban’ın (ra) rivayet ettiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: Allah yeryüzünü benim için katladı/dürdü. Ben de böylece yeryüzünün doğu ve batı her tarafını gördüm. Ümmetimin hükümranlığı benim için katlanan yerlere kadar ulaşacaktır.”[4]

Rasulullah’ın (sav) işaret etmiş olduğu bu hedefe atlı süvariler olarak dörtnala koşan bu ümmetin öncüleri, bu kutlu yolculuk boyunca emsali görülmemiş fedakârlıklar gösterdiler. Gerçekleştirmiş oldukları fütuhatlarla tarihin sayfalarını kahramanlıklarıyla doldurdular. Öldüler, öldürdüler, bu uğurda canlarını, mallarını ve sevdiklerini kaybettiler ama yorulmadılar, durmadılar. Atların kâküllerinde bağlı olan hayırdan asla vazgeçmediler.

Seleme bin Nufeyl’in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ben Rasulullah (sav) ile otururken bir adam yanımıza gelip “Ey Allah’ın Rasulü! Atlar salı verilmiş ve silahlar bırakılmış. Bazıları artık savaşın olmayacağını ve harbin bittiğini iddia ediyorlar” dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) “Yalan söylüyorlar. İşte savaş zamanı geldi. Ümmetimden bir grup Allah yolunda cihad etmeye devam edecektir. Muhalif olanlar onlara asla zarar veremezler. Allah, onlarla bir kavmin kalbini kaydırır ki, onlarla onları rızıklandırsın. Kıyamet kopuncaya kadar savaşırlar. Hayır, kıyamet gününe, savaş bitinceye, Ye’cûc ve Me’cûc çıkıncaya kadar atların kaküllerine bağlıdır.”[5]

Rasulullah’ın (sav) haber verdiği gibi savaş başladı, İslam’ın öncüleri bu yola azmetti ve muhalif olanlar onlara asla bir zarar veremedi. Allah’ın takdir etmiş olduğu ecelin vuku bulmasıyla bu hayrın öncüleri bu hayattan göçüp gitmiş olsa da hayrın kâküllerinde asılı olduğu atları koşturan yiğitler bu ümmet içinde hiçbir vakit eksik olmadı. Altın çağın atlılarından sancağı devralan Ümeyyeoğulları öncülüğündeki Müslümanlar, çok kısa bir dönemde sınırları İspanya’dan Horasan’a kadar ulaşan bir devleti var ettiler. Muaviye bin Ebi Sufyan’ın (ra) öncülüğünde yelkenli atlarını sulara indiren Müslümanlar, deniz aşırı ülkelere fütuhatlar yaparak Rasulullah’ın (sav) müjdesine nail oldular.

Ümmü Haram binti Milhân’ın (ra) aktardığına göre Rasulullah (sav) söyle buyurmuştur: "Ümmetimden deniz seferine ilk çıkan ordu bağışlanmıştır" [6]

Ümeyyeoğulları’ndan sonra bu sancağı siyah sancaklılar devraldılar. Rumların suda sönmeyen ateşlerine karşı İslam ateşini bulan Abbasoğulları, ateş gülleri atan gemileriyle Akdeniz’i İslam gölüne dönüştürdüler. İslami fütuhatlar sayesinde elde ettikleri kölelerden oluşturdukları Memlûk ordularıyla, İslam devletinin hudutlarını aşılması güç bir set haline getirerek, İslam beldelerinde asırlar boyunca emniyet ve sükûneti sağladılar. Abbasoğulları’ndan sancağı devralan Selçuklular, İslam beldelerine kara bir bulut gibi çökmüş olan Şialara karşı büyük bir cihad başlattılar. Şia inancına sahip olan Büveyhîler Devleti’ne son vererek hilafeti yeniden ikame eden Selçukoğulları, Bizans ordusunu Malazgirt Meydan Savaşı’nda mağlup ederek Hristiyan âleminin Kudüs hayallerini kabusa çevirdiler.

Selçuklulardan sancağı devralan Selahaddin Eyyubi önderliğindeki Eyyubiler, bölük pörçük bir hale gelmiş olan İslam ümmetini tek sancak altında cem ettiler. Fâtımî Devleti’ne son vererek İslam âlemindeki çift başlılığa son verdikten sonra, uzun süredir İşgal altında olan Kudüs’ü işgalden kurtararak, ilk kıblegâhımıza sahip çıktılar.

Eyyubiler’den sancağı devralan Memlûklüler, Moğol istilalarının karşısında etten bir duvar örerek İslam’ın mukaddesatlarını muhafaza ettiler. Tarihleri boyunca hiç yenilgi tatmamış olan Moğolları Ayn Calut’ ta mağlup ederek İslam beldelerine musallat olmuş olan işgale son verdiler. Haçlıların alınamaz denilen Muhkem kalelerini fethederek, haça tapanları İslam beldelerinden söküp attılar.

Asırlar gelip geçti, devletler yıkıldı, ama kâküllerinde hayrın bağlı olduğu atları koşturan süvariler Rasulullah’ın da (sav) haber verdiği üzere yok olmadı. İslam’ın ışığıyla aydınlanan birçok kahraman hali hayatta mücadelelerine davam ederken, birçokları da İslam tarihinin aydınlık sayfalarındaki yerlerini aldı. Ama ne var ki o kahramanların hayatları bir vakit sonra kitapların içine hapsoldu ve unutuldu. Bir vakitler onların hayatlarıyla yollarını aydınlatan İslam ümmeti, asrımızın karanlıkları içinde bocalarken, kendilerine sunulan modern çağın sahte kahramanlarıyla avutuldu. Oysa bin dört yüz yıllık mücadele birçok savaşı, yaşanan savaşlar zaferleri ve zaferlerde birçok kahramanı ortaya çıkarmıştı.

İşte bu unutulmuşluğu bir nebzede olsa tersine çevirebilmek adına yeni bir yazı serisine başlamaya azmettik. Allah Subhanehu’ nun izni ve inayetiyle bu yazı serimizde İslam tarihinde vuku bulan önemli savaşları ve bu savaşların var etmiş olduğu gerçek kahramanları tarih ilmi sahasında siz kardeşlerimize aktarmaya gayet edeceğiz. Bu yazı serimizde savaş sahasında yaşanan sahneleri salt bir surette aktarmanın ötesinde; savaşta kullanılan askeri taktikleri, savaşların gerçekleştiği dönemdeki silahların teknik kapasitelerini, dönemsel gelişimlerini ve savaşları zafere taşıyan seçkin komutanların hayat hikâyelerini muhtasar olarak aktarmaya çalışacağız. Yine bu yazı serimizde dönemsel olarak Rasulullah’ın (sav) dönemindeki savaşlardan başlayarak, Emevîler, Abbâsiler, Büyük Selçuklular, Harzemşahlar, Gazneliler, Zengîler, Eyyûbiler ve Memlûklüler dönemlerinde kâfirlerle yapılmış olan savaşları kronolojik sıralamasına göre aktarmaya çalışacağız. Sa’y-u gayret bizden tevfik Allah’tandır.

Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.




 
 
[1] es-Sire en-Nebaviyye es-Sahiha 1/199
[2] Hucurat /15
[3] El-Kamil fi’t-Tarih,2/106
[4] Müslim
[5] Nesa, 6/214 Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4/104 İsnadı sahihtir.
[6] Buhari, Cihad, 92
Whatsapp Destek