Tufey Bin Amr’ın İslamı (2)

Allah’a hamd, Rasulüne salât ve selam olsun.

Geçen ay ki siyer yazımızda Tufeyl bin Amr’ın İslam dinine girmesinden, hidayet öyküsünden bahsetmiş ve bazı dersler çıkarmaya çalışmıştık. Çıkardığımız derslerden bazılarını ise bu ay ki sayıda ele almak istedim.

Tufeyl bin Amr’ın hidayet öyküsünden aldığımız derslerden birisi de kavmi, kabilesi, toplumu içerisinde etkili olan bir ferdin davete sunacağı katkının fazlalığıdır. Hatırlayacak olursak Tufeyl, İslam’a girdikten sonra kavmine dönerek etkili bir davette bulunarak kavminin hidayet ile buluşmasına sebep olmuştur. Asıl itibariyle bakılacak olursa Tufeyl bin Amr, İslam’a girmeden önce kavminin içerisinde sözü dinlenen bir kimsedir.

Müslüman kimse kendi iş yerinde, mahallesinde, aile ve akrabalarının içerisinde kişilik ve karakter sahibi olmalıdır. Bununla sözünün ağırlığı artar ve ortaya koyduğu fikir ve düşünce daha fazla kabul görür. Bundan dolayı Müslüman basit karakterli olmamalı ve basit davranmamalıdır.

Akrabalar içerisinde, aile içerisinde bir problem çıktığında problemin çözümü noktasında akla gelen ilk -olgun, hikmetli, ferasetli- insan olmalıdır.

Yine çıkarılması gereken hususlardan birisi de kişinin vahye olan muhataplığının nasıl olması gerektiğidir. İnsan vahye, Kur’an’a, kitaba nasıl muamele etmelidir?

Özelinde Tufeyl bin Amr, genelinde ise tüm sahabeler, Allah’ın ayetleri ve Rasulünün sözleri ile muhatap olduğunda, bunun doğruluğunu kabul etmektedirler. Günümüz insanları ve Rasulullah’ın (sav) zamanındaki müşriklerin hallerine bakıldığında vahye karşı bir önyargı ve beraberinde bir inkâr söz konusudur.

Önyargıya sebep olan şey, hakkı anlatan insandan herhangi bir şey kabul etmemektir. Hakkı anlatan insanları işitip, dinlediklerinde ise dayanağı olmayan şeyler ile, örf ile, adetler ile ya da farklı farklı şeylerle itiraz etmektedirler.

Hâlbuki insan, herhangi bir önyargısı olmaksızın, yalnızca dinleyip işittiğinin doğruluğuna göre hareket etmeye kendisini endekslese hakkı kesinlikle bulacaktır. Sadece İslam ile tanışma olarak düşünmemek lazım. Kendisini İslam’a nispet eden insanlar, şeriate muhalif işler yaptıklarında onların hakka ve doğruya tabi olmalarının önünde de bu husus bir engeldir.

Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

“Allah ve Rasûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü'min erkek ve hiçbir mü'min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.”[1]

Kendisini İslam’a nispet etmeyip hak arayışında olan insanlar veya kendilerini İslam’a nispet ederek doğru dini öğrenme ve yaşama çabasında olan insanlar, bir mesele hakkında sadece rablerinden ve elçisinden gelene kulak vereceklerdir.

Tufeyl bin Amr’ın kıssasında yine herkesin öz mücadelesini verdiğini görmekteyiz. Tufeyl bin Amr kendi kavmine dönerek zorlu ve meşakkatli bir süreci aslında tek başına geçirmektedir.

Her bir Müslüman İslami harekete fert olma noktasında mücadelesini tek başına vermelidir. Aslında tek başına mücadele yetisi ve kabiliyeti kazanan kişiler topluluk halinde de aynı mücadeleyi ve azmi göstereceklerdir.

Vurdumduymaz, kalesiz, hiçbir şey yapmayan, sadece başkalarından bir şeyler beklemek suretiyle hareket eden, sürekli ittirilmeye mahkûm insanlar İslami harekete herhangi bir fayda sunamazlar. Bu cümlelerden şu da yanlış anlaşılmamalıdır. İslami hareketin içerisindeki her bir fert başına buyruk bir şekilde kafasına göre hareket etmelidir. Hayır! Bu da yanlış bir tezdir. Müslüman bir fert bir topluluk içerisinde olduğunda dinleyen, itaat eden bir birey olmalıdır. Ancak kastımız şudur ki; Müslüman etrafında hiç kimse olmadığında da kendisi mücadele edebilmelidir. Karar verme, tavır belirleme noktasında meziyet kazanmalıdır.

Dikkatlerimizi çeken bir başka husus ise müşriklerin sürekli aynı argümanları kullanmak suretiyle hakkın önüne geçme çabalarıdır.
Asıl itibariyle davet edenlerin, davete muhatap olanların ve davete engel olanların sürekli aynı tepkileri veriyor olmalarının sebebi temelinde insan olması ve insanın da yaratılışının, fıtratının asırlar geçse de aynı olmasındandır.

Müşrikler o dönemde de bu dönemde de ‘Aman ha onları dinlemeyin aklınız karışır.’ argümanını kullanmaktadırlar. Hakka karşı söyleyecek sözü olmayanların kullandığı bir argüman.

Günümüzde de bunların benzerlerini duymaktayız. Hatta bırakın davetçileri dinlettirmemeyi, ‘onları dinlemeyin, aklınız karışır’ demelerini, Allah’ın kitabı Kur’an’ın mealini okutturmuyorlar. ‘Aklınız karışır, anlayamazsınız.’ diyerek.

Hâlbuki Allah Teâlâ anlaşılmayacak bir kitap mı indirdi? Anlamasınlar ve dolayısıyla da yaklaşmasınlar, okumasınlar diye mi indirdi? Elbette hayır. Rabbimiz defalarca farklı farklı ayetlerde bunun aksini söylemektedir.
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

"Andolsun biz, Kur'an'ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?"[2]

Bırakalım herkes hakkın ve batılın davetçilerini dinlesin. Herkesin iyi ile kötüyü ayırt edebilecek kadar aklı mevcuttur. Herkes görüşlerini ifade etsin. Delillerini serdetsin. Deliller tartışsın. Kim Allah’ın ayetleri ve peygamberinin sünneti ile konuşursa hakka isabet edecek, kim de heva ve hevesinden konuşursa hata edecektir.

İnsanlar da Allah adına konuşanlardan kimin hak ile konuştuğunu anlayacaktır. Allah adına konuşup da O’nun kitabından ayet okumamak, elçisinden hadis zikretmemek hiç olacak bir iş midir?

Yine zikredilmesi gereken bir husus da duanın davete olan etkisidir. Tufeyl (ranh) efendimize gelerek şöyle demişti; “Ey Allah’ın Peygamberi! Devs kabilesi bana galip geldi, İslâm’dan uzak durup âsi oldular. Onlar aleyhinde Allah’a dua et!”

Rasulullah (sav) ise: “Ey Allahım! Devs’e hidayet et! Ve onları bize Müslüman olarak getir.” dedi. Ve Tufeyl’e yumuşak davranmasını söyledi.
Tufeyl bin Amr’ın kabilesi bu duadan sonra O’nun eliyle Müslüman oldular. Dua her zaman ve her amelde etkili bir silahtır.

Sadece yapılması gereken işleri yapmak değil, sonrasında da Allah’a samimi bir şekilde dua etmek kişiyi yaptığı işte başarıya ulaştıracak olandır. Rabbe yakarmak, yapılan işteki samimiyeti de ortaya çıkarmaktadır.

Peki biz Müslümanlar hiç davet ettiğimiz insanların hidayeti için dua edip, yakardık mı? Onlar için istediğimiz şey gerçekten onları hakka ulaştırmak mı? Yoksa sadece onlar ile olan farkımızı onlara bağıra çağıra anlatmak mı? Bir davetçi, insanları azaptan, cehennemden kurtarmak istemelidir, amacı bu olmalıdır. Bunun için güzel bir üslup ve hikmetle davet edip, tüm vesilelere yapışarak sonrasında Allah’a dua etmelidir.

Aslında konumuz ile aynı satırlardan anladığımız bir başka husus davetçinin sabırlı olması, karşısındakinin iyiliğini istemesi ve gerçekten temenni etmesidir. Tufeyl bin Amr’ın beddua talep etmesine karşın efendimiz lehlerine dua etmektedir. ‘Bunlardan zaten hiçbir şey olmaz.’ diyerek duasına icabet edileceğini bilmesine rağmen –ki bir benzeri de Taif dönüşü yaşanmıştır- beddua etmemiştir. Bu bize davetçinin sabırlı olması gerektiğini göstermektedir. Sabırlı davranarak aleyhe değil, lehe dua etmeyi öğretmektedir.

Sinirli, asabi insanların özellikle davet ederken sakin davranmayı öğrenmeleri gerekmektedir. Bazen sinirli bir Müslümanın yanlış bir üslupla yaptığı davetin kötü etkisini, diğer Müslümanlar yıllarca silmeye çalışmaktadırlar.

Yanlış ve kötü bir üslup, doğru sözün, hakikatin cellâdıdır, katilidir.

 
 
[1] (33/Ahzab 36)
[2] (54/ Kamer 17)
Whatsapp Destek